Hakikat
Gittikçe: daha bulanık, daha silik. Sisin içinde bir nokta, belki de bir sanrı. Hakikat, orada. Orada mı? Elimiz uzanıyor, dokunamıyoruz. Görmek zor, bilmek daha zor, ya ayırt etmek ?
Yükümüz: değişmiyor. Keder, kin, korku, kaygı, umutsuzluk, kırılganlık, kıskançlık. Her biri, içe çeken bir bataklık. Çektikçe, gerçeklik elimizden kayıyor. Akıntıya kapılmış bir dal parçası gibiyiz.
Üniversitenin ilk senesinde Baudrillard’ın Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan tüm kitaplarını alıp okumuştum. Modern ve özellikle postmodern dünyada artık imgeler, göstergeler ve temsiller, yalnızca gerçekliği yansıtmıyor; onun yerine geçiyor, hatta “gerçeklikten daha gerçek” bir simülakr yaratıyor, diyordu. Bu durum, o zamanlar benim için bir düşünceden fazlası değildi. Bir süredirse bu hipergerçekliği açık bir şekilde gözlemliyor ve deneyimliyorum.
Birkaç temel noktası şöyle:
1. Simülakrın Üç Evresi
Baudrillard, tarihsel olarak temsillerin üç aşamasından söz eder:
• İlk aşama: Temsil gerçeğin sadık bir yansımasıdır (örneğin, gerçek bir dağın resmedilmesi).
• İkinci aşama: Temsil, gerçeği çarpıtarak yeniden üretir (örneğin, propagandadaki idealize edilmiş portre).
• Üçüncü aşama: Temsil, artık bir gerçekliğe dayalı değildir; tamamen kendi kendine referans verir (örneğin, yalnızca diğer reklamlarla ilişkili bir reklam).
2. Hipergerçeklik Durumu
Hipergerçeklikte, gerçek ile kurmaca arasındaki sınır silinir. Disneyland, Baudrillard için bir örnektir: “Gerçek”i temsil ediyor gibi görünür ama aslında tamamen kendi kendine referanslı bir dünya sunar. Günümüzde sosyal medya profilleri, yapay zekâ ile üretilmiş influencer’lar, deepfake videolar da bu alanın parçası.
Ekranlar ve sözde imgelem fabrikaları bize bir rüya üflüyor. Hipergerçekliğin hızlanmış, dozu artırılmış hâli. Gerçek paketleniyor; cilalanıyor, tüketilebilir imgelere indirgeniyor. Haber kanalları, “haberin kendisini” değil, haber imajı servis ediyor. Sosyal medyada an, kendi doğallığıyla değil; paylaşılabilir, kurgulanmış mizanseniyle yaşıyor. Yaşanıyor belki de. Yapay zekâ ile yazılan metinler ve üretilen görseller, “gerçek”le yarışıyor hatta onu geçiyor.
On beş sene önce okuduğumda hipergerçekliği Platon’un Mağara Alegorisi’ne benzetmiştim. Mağaradaki mahkûmlar gölgeleri gerçek sanıyordu; tıpkı bizim de ekrandaki imaj (gölgeleri) “dünya” olarak kabullenmemiz gibi. Aradaki fark: Baudrillard’a göre modern dünyada “mağaranın dışı” artık yoktu. Yani gölgelerden çıkıp ulaşabileceğimiz saf bir gerçeklik kalmamıştı. İşte bu kısmı kafamda tam oturtamamıştım. Onun 1981’de fark ettiği bu durumu, kitabını okuduktan ancak 10 yıl sonra ayırt etmeye başlamışım.
Peki böyle bir dünyada, elimize tutuşturulmuş haritaları ne yapacağız? Yırtıp atacağız. İçimizin duvarlarına çarpıp da, duymazdan geldiğimiz ne kadar soru varsa, hepsini soracağız. Bir çocuk gibi. İnanç kalıplarının altına gömülmemiş, fosilleşmiş düşüncelerin etkisine girmemiş soruların mükemmelliğini ancak bir çocuğun sorularında görebiliyoruz.
Aklın o çocuk temizliğine tekrar sahip olmak mümkün değil sanırım. Fakat elimizde asırlardır damıta damıta getirdiğimiz evrensel, insani değerlerimiz var: Adalet, dürüstlük, merhamet, eşitlik, özgürlük.
Şimdi dönüp bakalım kendimize: Hangi değerler hâlâ elimizde, hangileri erozyona uğramış? Doğmakla insan olunuyor evet, ama sahip olduğun insani değerleri kaybetmemekle insan kalınıyor.
Merhamet, mesela. Ahlakın omurgasına yerleşmedikçe, kalp taşlaşıyor. Taşlaşan kalpte, hakikat de çatlıyor, eziliyor, un ufak oluyor. Merhamet, karşıdakini acınacak bir varlık gibi görmek değil: onun onurunu kendi onurunla aynı hizada tutmak. Onun varlığını eksiltmeden durmak, kendinden bir parça eksilterek başkasını tamamlamak. İnsanlık, tarih boyu en kolay onu kaybetmiş. Birbirimizi ona emanet edememiş, adalete sımsıkı sarılmışız.
Adalet, teraziyle çalışır; kefelerinde yalnızca haklar değil, tarihin, zamanın, ahlakın ağırlığı da vardır. Gözü kapalı Themis’in, gerçekte her şeyi gördüğünü biliriz. Ona güvenir, toplumumuzu onunla ayakta tutarız. Uzun bir süredir elimizde ne adalet var ne merhamet. Hakikat? Değerler aşındıkça hakikatin zemini de inceliyor.
Otoritenin, geleneğin, korkunun elleri boynumuzda. Vahim olan: nefesimizi kesen bu ellerin sıcaklığını güven sanmamız. Kendimizle birlikte hakikati de boğuyoruz. Boğduruyoruz.
Tarihte defalarca aynı sahne: Iktidarlar, kalabalıklardan aldıkları güçle, kendi doğrularını yüceltirken hakikati kurban etti. Her taraftan yalan akıyor. Hakikate sahip çıkanlar, iktidarın kılıcıyla cezalandırılıyor. Hakikati görebilme kabiliyeti sistemli biçimde esir alınıyor.
Atalarımızdan biliyoruz tabii: Güneş balçıkla sıvanmaz. Ama bizler, hakikat ortaya çıktığında onu görebilme yetisinde olacak mıyız hâlâ?
Gerçek diplomaların sahte sahipleri ile çevrelenmiş, soyup soğana çevrildiğimiz, hapislere tıkıldığımız, emeklerimizin ve özgürlüklerimizin üzerine çöküldüğü bir düzen içinde, hiçbir ahlaki değeri olmayan insan görünümlü bir toplulukla karşı karşıya, hakikat için mücadele edenler artsın, azalmasın. Göz karanlığa bir kez alıştı mı, karanlığı bile ışık sanmaya başlar. Hakikat kapısının hiç kapanmaması dileğiyle.