Mısır Kazanları, Pestisit Mücadelesi ve Cadı Sila
Ben çocukken tüm çocukların arasına yetişkinler tarafından salınan bir şehir efsanesi vardı: “Sokaktan haşlanmış mısır alınmaz, hem sen biliyor musun bakiyim mısırcı o kazanda çamaşırlarını yıkıyor.”
Son zamanlarda ne zaman yeşilliklerden pestisit arındırmaya çalışsam, 90’ların iftira atılmış mısırcılarının ahı da lavabo başında benimle gibi hissediyorum. Allah tam anlamıyla yanımıza bırakmadı, yarına bıraktı. Hayatımıza pestisiti ve kendisinden arınma ritüelini soktu. Hadi şimdi mumla ara o mısırcı kazanlarını.
Benim ritüelim şöyle işliyor:
Hayata çok bağlı olduğum “aman çok şükür bugünümüze” günlerimde sirke ile,
Hayata eh bağlı olduğum “aman ne bileyim ben valla” günlerimde karbonat ile,
Hayata kafa göz dalmak istediğim “aman sanki başka derdim yok eehhh” günlerimde de dümdüz su ile bu zararlı maddeyi hayatımdan elemeye çalışıyorum.
Aklımda hep o mısırcılar.
Halbuki ne güzeldi o kazanlar.
Artık yoklar gibi konuşmuyorum, hala varlar biliyorum. Ama naparsın, artık o günler yok.
Hem eskiden daha mavi ya da daha kırmızı ve kesinlikle daha parlak değil miydi bu kazanlar?
Bazen üzerlerinde mis gibi mısır resmi de olurdu.
Kapta satılan mısır diye bir şey de yoktu. Her şey çok daha alternatifsiz, çok daha netti.
Mısır yiyelim dediğimizde, sinemadaysak patlamış, sokaktaysak haşlanmış ya da köz mısır yiyeceğimizi bilirdik.
Tek şüphemiz de kazan hijyeniydi. Ki o da net yalandı, ben size diyeyim.
Hugo’daki Cadı Sila mı kardeşim bu mısırcılar?
Adam kazanın başına geçip çamaşırları ile niye uğraşsın, orta çağda mıyız?
Ya öyle işte.
Yarın sabah mısırcılar birliği başkanından bir telefon bekliyorum.
Teşekkür niyetine karbonat sponsorum olabilirsiniz sayın başkanım.
Mısır göndermeyin, tadım yok.