ABD’nin İran’daki nükleer tesislerini vurması, İsrail-Türkiye ilişkilerini de etkileyen Ortadoğu’daki gerilimi ciddi şekilde tırmandırdı. Bu saldırılar İsrail-İran çatışmalarını yeni bir boyuta taşırken, aynı zamanda bölgesel ihtilafın küresel düzeye taşınma riskini de beraberinde getiriyor.
Türkiye-İsrail arasındaki ilişkiler bu gelişmelerden doğrudan etkilenirken, Ankara’nın İran ile uzun süredir sürdürdüğü pragmatik ve dengeli ilişki de ciddi bir sınavdan geçiyor. Özellikle İran ile 535 kilometrelik sınır paylaşan ülkemiz için bölgesel istikrarın korunması hayati önem taşıyor. Bu nedenle Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan’ın “Buna ülke ve bölge olarak hazır olmamız gerekiyor” açıklaması, durumun ciddiyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bu makalede, ABD-İsrail-İran üçgenindeki gerilimlerin Türkiye’ye yansımalarını, diplomatik çizgimizi ve olası senaryolarda ülkemizin konumunu detaylı şekilde inceleyeceğiz. İran’ın 2000’lerde çıkardığı “nükleer silahlar olmadan güvenliğini sağlayamayacağı” dersi ve ABD’nin 11 Eylül sonrası İran politikasındaki değişimler, bugünkü krizi anlamak için önemli birer ipucu sunuyor.
Bölgesel çatışmada Ankara, İsrail’i eleştirirken İran’a destek veriyor gibi görünse de, diplomaside daha dengeli bir duruş sergilemeye çalışıyor. Bu yaklaşım, hem taraf tutma hem de arabuluculuk yapma arasında ince bir çizgide ilerliyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, İran ile İsrail arasında bir savaşı “” olarak değerlendirdiğini belirterek, “Buna ülke ve bölge olarak hazır olmamız gerekiyor. Bölgede savaşın yaygınlaşması arzuladığımız bir şey değil” ifadelerini kullandı. Ancak İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı sonrasında Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında temkinli bir dil tercih edildi.yüksek bir ihtimal
Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuyla ilgili açıklamalarında “İsrail şimdi de komşumuz İran’a karşı saldırı başlattı. Saldırının aslında çok kapsamlı, sinsi amaçları olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor” diyerek İsrail’i “katliam şebekesi” olarak tanımladı. Buna karşın, İran’ın misilleme hakkını “meşru müdafaa” olarak nitelendirerek, İran’a desteğini açıkça gösterdi.
Türkiye, en başından beri İran’ın nükleer programıyla ilgili sürecin müzakere masasında yürütülmesi gerektiğini savunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Masada çözebilecek meseleleri silahla, kaosla, önüne gelen her şeyi bombalamayla halletmeye çalışmanın ileride nelere yol açacağını kimse tahmin edemez” diyerek diplomasinin önemini vurguladı.
Dışişleri Bakanı Fidan da X hesabından yaptığı paylaşımda “ABD Başkanı Trump’ın nükleer müzakerelere ilişkin başlattığı sürecin ilerletilmesi, nükleer anlaşmazlığın yol açtığı ihtilafın çözülmesi için tek yöntemdir. Diplomasi, savaşın tek alternatifidir” ifadesini kullandı.
Öte yandan, Türkiye’nin açıklamalarında ABD’ye yönelik eleştirel bir mesajın yer almaması, tam tersine in barışa giden yolda “tek yöntem” olarak değerlendirilmesi dikkat çekiyor.Trump’ın başlattığı nükleer müzakereler
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kriz sürecinde yoğun bir telefon diplomasisi yürüttü. ABD Başkanı Donald Trump ile iki kez görüşen Erdoğan, aynı zamanda İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ile de iki kez telefonla konuştu. Bu görüşmelerde, çatışmaların bir an önce sona ermesi ve nükleer müzakerelere dönülmesi için Türkiye’nin “kolaylaştırıcı bir rol” üstlenmeye hazır olduğunu ifade etti.
Bununla birlikte, Erdoğan’ın diplomatik temasları şunları kapsadı:
Bu yoğun temaslar, Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak arabuluculuk rolüne soyunduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Türkiye, İsrail-İran geriliminde tarafsızlıktan ziyade, aktif bir arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışıyor.
Axios’un iddiasına göre, Erdoğan Trump’a kendisini Türkiye’de Pezeşkiyan ile buluşturmak istediğini, Trump’ın buna sıcak yaklaştığını, ancak Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın Dini Lider Ali Hamaney’e ulaşıp yetki alamadığı için bu ihtimalin suya düştüğü öne sürüldü.
Sonuç olarak, Türkiye’nin izlediği dış politika, daha pragmatik bir Ortadoğu politikasına işaret ediyor. Prof. Dr. Mensur Akgün’ün deyimiyle, “Eski doktriner bakış açısından vazgeçmiş bir Türkiye var şu an karşımızda.”
İran’ın nükleer kapasitesindeki hızlı ilerleme, bölgedeki dengelerle birlikte Türkiye’nin güvenlik algısını da ciddi şekilde etkiliyor. Türkiye bir yandan İsrail’in tehdit olarak gördüğü İran’ın nükleer faaliyetlerini, diğer yandan da İsrail’in zaten sahip olduğu nükleer silahları dengeli bir şekilde değerlendirmek zorunda.
İran’ın nükleer teknolojiye olan ilgisi 1950’li yıllara dayanıyor. Aslında program, Batı yanlısı yönetim döneminde, ABD’nin yardımıyla ve sivil amaçlarla başladı [1]. 1979’daki İslam Devrimi sonrasında, İran’ın nükleer programını askerî amaçlarla kullanabileceği endişeleri arttı ve uluslararası yaptırımlar geldi.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) göre İran, biriktirdi yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş 400 kilogramdan fazla uranyum[1]. Bu oran, sivil enerji üretimi için gerekli olanın çok üzerinde ve silah üretimine uygun seviyeye oldukça yakın. Üstelik bu miktar, yüzde 90’a çıkarıldığında yaklaşık on nükleer silah için yeterli oluyor [1].
Türkiye’nin İran nükleer programına yönelik resmi tutumu, “Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Politikası” çerçevesinde şekilleniyor. Ankara, nükleer silahların istikrarsızlığı artıracağına ve küresel barış ile güvenlik için ciddi bir tehdit oluşturduğuna inanıyor [2]. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan, “En başından beri İran’ın nükleer programıyla ilgili sürecin müzakere masasında yürütülmesi gerektiğini savunduk, bugün de aynı noktadayız” açıklamasını yaptı [3].
, bölgedeki stratejik denge İran lehine değişecek ve bu durum Türkiye için göz ardı edilemeyecek bir tehdit oluşturacak İran’ın nükleer silah edinmesi durumunda[4]. NATO Genel Sekreteri Rutte, müttefiklerin uzun zamandır İran’ın nükleer silah geliştirmemesi gerektiği konusunda hemfikir olduğunu açıkladı [5].
Uzmanlar, İran’ın nükleer kapasitesinin Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki diğer ülkeleri de nükleer silahlanmaya itebileceğini belirtiyor. Muhammed Bin Selman, nükleer silah peşinde olmadıklarını, ancak İran’ın bu kapasiteye erişmesi karşısında sessiz kalmayacağını defalarca ifade etti [6].
Böyle bir atmosferde, nükleer silaha sahip olmayan Türkiye’de de nükleer silah edinilmesi gerektiği tartışmalarının gündeme gelmesi muhtemel görülüyor [7]. Bununla birlikte, NATO üyesi olan ve uluslararası sistemin önemli bir parçası durumundaki Türkiye’nin NPT’den imzasını çekmesi ve nükleer silah geliştirmeye başlaması, hem uluslararası statüsü hem de bölgesel güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğurabilir [8].
Türkiye-İsrail ilişkilerinde gerilim yaratan bir diğer konu, İsrail’in sahip olduğu nükleer silahlar ve uluslararası toplumun buna yaklaşımıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olmadığına” dikkat çekerek şunları kaydetti: “Vakit çok geç olmadan İsrail’in nükleer silahları şüpheye yer bırakmayacak biçimde denetlenmelidir. Biz bunun takipçisi olacağız” [9].
Erdoğan ayrıca İsrail ve ABD’nin çifte standardını şöyle eleştirdi: “Konuşanların hepsi de kendilerinde nükleer silah olanlar. Ortadoğu’da nükleer silaha tamamen karşıyız. İsrail, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na üye değil, İran üye… Daha adil olmamız lazım. Dürüst davranmamız lazım” [8].
İran ise, kendisinin uranyum zenginleştirmesini yalnızca yüzde 3,67’ye kadar gerçekleştirebildiğini, “Eğer İsrail kendi nükleer gücüne son verir ve Ortadoğu’nun nükleerden arınmış bir bölge olduğunu kabul ederse nükleer enerjinin barışçıl ve sivil kullanımını kabul ederiz” mesajını dünyaya ilan etti [10].
Sonuç olarak, İran’ın nükleer silah kapasitesine erişmesi, Türkiye için hem askeri güvenlik hem de bölgesel istikrar açısından önemli riskler taşıyor. İlk etapta Türkiye, İran’ı nükleer silahlar geliştirme konusunda caydırmaya yönelik uluslararası diplomatik çabalara destek vermeye devam ederken, diğer yandan da füze savunma sistemlerine ve nükleer teknolojiye yatırım yaparak İran’a karşı caydırıcılığını artırmalı [4].
İran ile 535 kilometrelik sınırı paylaşan Türkiye için, komşusundaki her türlü istikrarsızlık doğrudan ve dolaylı güvenlik risklerini beraberinde getiriyor. İsrail-İran geriliminin tırmanması ve ABD’nin müdahil olması, bu riskleri önemli ölçüde artırdı. Uzmanlar, çatışmanın yayılmasının sadece İran’da değil, Suriye ve Irak’ta da istikrarsızlığa yol açabileceği ve Türkiye’nin bundan doğrudan etkilenebileceği konusunda hemfikir [11].
İsrail Başbakanı Netanyahu, İran’a saldırıların devam ettiği 15 Haziran’da bir ABD kanalına yaptığı açıklamada “Tahran’da İran istihbarat başkanı ve yardımcısına saldırdık. Rejim şu anda çok zayıf. Rejim değişikliği mümkün” ifadelerini kullandı [12]. Bu açıklamalar, İsrail’in İran’daki rejimi değiştirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Ancak uzmanlar, İran’daki rejim değişikliğinin dışarıdan müdahaleyle gerçekleşme olasılığının düşük olduğunu belirtiyor. DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, “İran’da yeniden bir istikrarsızlık, yeniden Allah korusun bir iç çatışma ilk ve en çok etkilenen ülke biz oluruz” ifadesini kullanarak, dışarıdan müdahaleyle rejim değişikliğinin mümkün olmadığını vurguladı [13].
Babacan ayrıca, “İran halkı onurlu bir halktır. Şii kültürü çok farklıdır. Bu Şii kültürünü Batılılar anlamaz asla” diyerek kültürel faktörlerin önemine dikkat çekti [14]. Rejimi dış saldırıyla yıkmanın imkân dâhilinde olmadığını belirten uzmanlara göre, İran’da Şii ve milliyetçi ideoloji devletin tüm paydaşları tarafından paylaşılıyor [15].
Olası bir İran iç savaşı senaryosu, Türkiye için en büyük risk faktörlerinden biri olarak öne çıkıyor. Uzmanlar, “Korkulacak en dehşet verici gelişme rejimin çökmesi, bunun bir iç savaşa ya da şiddetin hakim olduğu bir kaos ortamına yol açmasıdır. Bunun sonucu da 92 milyonluk bir komşunun nüfusunun tüm çevre ülkelere kaçmaya çalışması olur ve bunların başında da herhalde Avrupa’ya açılan Türkiye gelir” değerlendirmesini yapıyor [11].
1979 İran Devrimi sırasında Türkiye’ye yaklaşık 2 milyon göçmen geldiğini hatırlatan Babacan, yeni bir iç çatışma durumunda Türkiye’nin ilk ve en çok etkilenecek ülke olacağını ifade etti [14]. Bu tarihi örnek, olası bir kriz durumunda yaşanabilecek göç dalgasının boyutlarını göstermesi açısından önemli.
Bununla birlikte, İran’a çok katı bir petrol ambargosu uygulanması ya da Karg adası gibi ihracat tesislerinin imha edilmesi durumunda, sosyal güvenlik ağının çökeceği ve halkın rejime başkaldırabileceği belirtiliyor [15]. Bu tür senaryolar, sınır güvenliği ve göç yönetimi açısından Türkiye için ciddi tehditler oluşturabilir.
Şu an için İran’dan Türkiye’ye yönelik kitlesel bir göç durumu bulunmuyor [11]. İçişleri Bakanlığı kaynaklarına göre, sosyal medyada dolaşan “İran’dan Türkiye’ye göç hareketi başladı” yönündeki iddialar doğru değil [16]. Göç İdaresi de “İran’dan Türkiye’ye bir göç dalgası başladığı iddiasının kesinlikle doğru olmadığını” belirtti [16].
Türkiye ve İran arasındaki vize rejimi, olası bir kriz durumunda göç dinamiklerini etkileyebilecek önemli bir faktör. İran vatandaşları, 90 güne kadar Türkiye’ye vizesiz girebiliyor. Bu durum, İsrail-İran arasındaki çatışmanın derinleşmesi halinde İran vatandaşlarının Türkiye’ye yasal yoldan girişinin daha kolay olacağını gösteriyor [16].
Türkiye’nin olası göç dalgasına karşı hazırlıklarında, 1979-2019 yılları arasında İran’ın Afgan göçmenlerle yaşadığı deneyimden dersler çıkarması önemli. İran’daki Afgan göçmenler ve Türkiye’deki Suriyeli göçmenler, her iki ülkede dönem dönem 3,5-4 milyon gibi yüksek sayılara ulaştı [17]. Bu benzerlik, Türkiye’nin İran kaynaklı olası bir göç dalgasını yönetmede faydalanabileceği tecrübeleri işaret ediyor.
Uzmanlar, göç meselesinin artık ikincil siyaset (low politics) konularından biri olmaktan çıkıp, güvenlik kapsamında ele alınan bir birincil siyaset (high politics) sorunsalına dönüştüğünü vurguluyorlar [17]. Dolayısıyla Türkiye’nin İran’dan gelebilecek göç dalgalarına karşı kapsamlı hazırlık yapması gerekiyor.
İsrail-İran geriliminin tırmanması, terör örgütlerinin bölgede yeni fırsatlar aramasına zemin hazırlıyor. Özellikle İran’ın aldığı darbeler sonucu zayıflaması, Türkiye için yeni güvenlik tehditlerini beraberinde getiriyor. Uzmanlara göre, bölgede güç boşluğu yaratabilir ve bu durum IŞİD’in yanı sıra PKK gibi terör örgütlerinin faaliyetlerini yoğunlaştırmasına zemin hazırlayabilir İran’ın zayıflaması[11].
İsrail’in İran’a yönelik saldırısı ve üst düzey Devrim Muhafızları komutanlarının suikastlerle öldürülmesi, İran İslam Cumhuriyeti destekçileri için bile beklenmedik ve şok edici oldu [18]. İran’daki ayrılıkçı hareketler, bu çatışmaları fırsat bilerek güçlenme eğilimindeler. Özellikle İran Kürdistan Demokratik Partisi (İKDP) ve Kürdistan Özgürlük Partisi (PJAK) gibi ayrılıkçı hedefleri olan örgütler, İran’ın güçlü merkezi yapısı nedeniyle şimdiye kadar sınırlı kalmıştı [19].
Bununla birlikte PJAK, İsrail’in İran’a yönelik düzenlediği saldırılara destek açıklaması yaparak “İran rejimi zayıflamıştır, halk bu fırsatı değerlendirerek özgürlük için ayağa kalkmalıdır” çağrısında bulundu [19]. İran’daki Kürt hareketlerinin güçlenmesi, Türkiye için önemli bir güvenlik sorunu teşkil ediyor.
Kerkük başta olmak üzere bölgede IŞİD, hücre yapılanması şeklinde varlık gösteriyor. 2017’deki operasyonların ardından örgüt, kent merkezlerinden Irak’ın kırsal bölgelerine çekildi ve merkez noktalarda hücre yapılanması şeklinde gücünü korumaya çalışıyor [20]. Geçtiğimiz yıl farklı ülkelerde düzenlenen , bunların 1.124’ü Irak’ta gerçekleştirildi 3.670 saldırıyı örgüt üstlenirken[20].
Öte yandan PKK’nın da bölgedeki karmaşadan faydalanması endişe yaratıyor. Örneğin Kerkük’te PKK militanlarının yerleşmesi, özellikle 2017 yılı itibariyle yükselişe geçti [20]. Uzmanlar, İran’ın zayıflamasının bölgede kırılgan Suriye’de yeniden çatışmaların başlamasına yol açabileceğini ve bunların Türkiye için arzulanmayan sonuçlar doğurabileceğini belirtiyor [11].
İran, Suriye İç Savaşı’nın başlamasıyla birlikte stratejik ortaklığını korumak amacıyla istihbarat ağlarını ve vekil güçleri kullanarak Şii milisleri destekledi [21]. Ancak son dönemde Lübnan Hizbullahı’nın gücünün kırılması ve Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte İran, kaybettiği nüfuzu geri kazanmak adına Suriye’deki Şii nüfusun hamiliğini üstlenmeye çalışıyor [21].
Türkiye, Suriye’de hem PYD/YPG hem de IŞİD tehdidine karşı mücadele ediyor. PYD/YPG, kontrolü altındaki bölgelerde gençleri zorla silah altına alıyor, eğitim binalarını yıkarak askerî karargâhlara dönüştürüyor ve eğitim sistemini ideolojik kimliklerin inşa edildiği bir ortama çeviriyor [22]. Dolayısıyla İran’ın Suriye’deki etkisinin azalması, bu bölgedeki terör örgütlerinin hareket alanını genişletme riskini taşıyor.
Türkiye topraklarındaki Amerikan üsleri, İsrail-İran gerilimiyle birlikte stratejik bir ikilem haline geldi. , bölgedeki çatışmaların tırmanmasıyla yeni güvenlik endişelerinin merkezinde yer alıyor.İncirlik Hava Üssü ve Kürecik Radar Üssü
ABD’nin İran’a yönelik saldırıları sonrasında, İran’ın olası misillemeleri karşısında tüm Körfez ülkeleri teyakkuza geçerken, Türkiye’deki İncirlik Hava Üssü ve Kürecik Radar Üssü’ndeki güvenlik önlemleri de artırıldı. ABD Dışişleri Bakanlığı, İsrail-İran gerilimine bağlı olarak Türkiye’deki personeline “dikkatli olma, göz önünde bulunmaktan kaçınma” uyarısında bulundu ve Adana Konsolosluğu bölgesi dahil 22 ili kapsayan “kişisel amaçlı seyahat etmeme” talimatı verdi. Ayrıca, ABD’nin Katar’daki büyükelçiliği de ülkedeki Amerikan vatandaşlarına, bir sonraki duyuruya kadar bulundukları yerde kalmaları tavsiyesinde bulundu.
ABD Silahlı Kuvvetleri’ne ait askeri üsler bulunurken, 15 farklı noktada NATO radarları yer alıyor. Bununla birlikte 5 ayrı noktada da ABD’nin füze ve nükleer bomba kontrol merkezleri konuşlanmış durumda. İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum’da ise ABD’ye ait nükleer silah depoları bulunuyor (Türkiye’nin toplamda 16 noktasında).
Öte yandan, Türkiye Komünist Partisi (TKP) gibi bazı siyasi gruplar, “Türkiye’deki ABD üsleri kapatılmalı, ülkemiz NATO’dan, NATO memleketimizden çıkmalı” şeklinde açıklamalar yapıyor. TKP, “Emperyalist devletin bu pervasız ve ahlaksız tutumu, Türkiye’deki ABD ve onun denetimindeki NATO varlığını sorgulamak ve sonlandırmak için yeterince uyarıcı olmalıdır” ifadelerini kullandı.
Soğuk Savaş sürecinde Türkiye, SSCB tehditlerine karşı ABD yanlısı bir dış politika benimsedi. Dolayısıyla Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin ortasında yer alması, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına sahip olması, Türkiye’yi stratejik açıdan son derece önemli kıldı.
Bununla birlikte, İsrail-İran krizi NATO içinde yeni kırılmalara yol açabilir. Türkiye, İran’a yönelik yaptırımlarda Batı bloku ile her zaman uyumlu davranmayabilir ve bu durum Washington-Ankara hattında yeni bir gerilim yaratabilir. Aynı zamanda İsrail’le son dönemde normalleşme adımları atan Türkiye’nin, Tel Aviv’in askeri hamlelerine açık destek vermesi de beklenmiyor.
İsrail-İran-ABD üçgenindeki gelişmeler, Türkiye için çok boyutlu diplomatik ve güvenlik sorunlarını beraberinde getiriyor. Görüldüğü üzere Ankara, hem İsrail’i eleştirip hem İran’a destek verirken, diğer yandan ABD ile stratejik ilişkilerini sürdürmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu ince çizgide yürütülen denge politikası, Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak hareket alanını hem genişletiyor hem de sınırlandırıyor.
Bölgesel gerilimin tırmanması durumunda Türkiye’yi bekleyen en büyük tehditler arasında İran’dan gelebilecek kitlesel göç dalgası, terör örgütlerinin artan faaliyetleri ve topraklarındaki Amerikan üslerinin hedef alınma riski öne çıkıyor. Bununla birlikte, İran’ın nükleer silah kapasitesine erişmesi, sadece Türkiye için değil tüm bölge için ciddi bir istikrarsızlık kaynağı olabilir.
Türkiye’nin arabuluculuk çabaları, gerilimin azaltılmasında kritik önem taşıyor. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem ABD hem de İran liderleriyle kurduğu temaslar, Ankara’nın bölgesel çatışmalarda kolaylaştırıcı rol üstlenme kapasitesini gösteriyor. Ayrıca Türkiye’nin, İsrail’in nükleer silahlarına ilişkin uluslararası denetim çağrısı yapması, çifte standartlara karşı duruşunu ortaya koyuyor.
Ortadoğu’da değişen güç dengeleri karşısında Türkiye, pragmatik bir dış politika izlemeye devam ederken, sınır güvenliğini sağlamak, terörle mücadele etmek ve ekonomik çıkarlarını korumak adına stratejik hamleler geliştirmek zorunda kalıyor. Şüphesiz önümüzdeki süreçte Ankara’nın atacağı adımlar, hem kendi ulusal güvenliği hem de bölgesel istikrar açısından belirleyici olacak.
Sonuç olarak Türkiye, tarihsel ve coğrafi konumu gereği bölgedeki çatışmalarda tarafsız kalamayacak bir aktör olarak, İsrail-İran gerilimine yönelik proaktif bir diplomasi izlemeli ve olası senaryolara karşı hazırlıklı olmalıdır. Zira bölgedeki istikrarsızlıktan en çok etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir.
[1] – https://www.dw.com/tr/i%CC%87ran-n%C3%BCkleer-program%C4%B1nda-ne-kadar-ilerledi/a-72932820
[2] – https://www.iramcenter.org/uploads/files/NukleerIranVeTurkiyeyeEtkileri_v5.pdf
[3] – https://www.bbc.com/turkce/articles/cyvmdz4dl6do
[4] – https://www.msu.edu.tr/GuvenlikStratejileriDergisi/dokuman/GSD_7/GSD_7_Art_2_062008.pdf
[5] – https://arthaber.net/haber/55083/nato-dan-iran-uyarisi-nukleer-silah-gelistirme-endisesi.html
[6] – https://www.turkiyearastirmalari.org/2023/08/02/fokus/ortadoguda-nukleer-yaris-hizlaniyor/
[7] – https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/84561
[8] – https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49592471
[10] – https://bianet.org/yazi/israilin-nukleer-guc-masali-ve-turkiyede-sosyalist-yapilar-308507
[14] – https://www.habererk.com/dunya/babacan-iranda-istikrarsizlik-turkiyeyi-etkiler-272127h
[17] – https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1181018
[18] – https://www.bbc.com/turkce/articles/c5y6y64109po
[20] – https://www.orsam.org.tr/tr/kerkukte-artan-guvenlik-tehditleri-ve-pkk-iliskisi/
[21] – https://tudpam.org/iranin-suriyedeki-istihbarat-aglari-mezhepsel-guc-dengesi-ve-terorizm/
[22] –https://www.orsam.org.tr/tr/suriyede-pyd-egitim-sisteminde-pkknin-rolu/