Akşehir’e vardığınızda, bir masal kitabının sayfaları açılıyor adeta. Sultan Dağları’nın eteğinde, gölün kenarında (maalesef neredeyse kurumuş bir göl) uzanan bu şehir, her köşesinde başka bir hikâye fısıldıyor.
Akşehir’e vardığınızda sanki eski bir defter açılıyor. Nasreddin Hoca’nın bilgeliği, Selçuklu’nun taş işçiliği ve Osmanlı’nın zarif dokunuşları bu küçük şehirde birleşiyor. Sultan Dağları’nın eteklerinde, gölün hikayesi boyunca uzanan Akşehir, her köşesinde başka bir hikâye fışkırıyor. Gelin, bu hikayeleri bir keşfedelim; Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’nin huzurundan Eski Kilise’nin sessiz taşlarına, Nasreddin Hoca’nın kilitli kapısından İmaret Camii’nin kubbelerine, Taş Medrese’nin zamanına ve Ulu Camii’nin heybetine uzanalım.
Sabahın erken saatlerinde, Eskikale Mahallesi’nin dar sokaklarında kendinizi buluyorsunuz. Orta Hamam Sokağı’nda, Eski Kilise sizi karşılıyor. 19. yüzyılda Akşehir’in Ermeni akınları tarafından örülmüş bu yapı, taş ve tuğlanın sade ama büyüleyici mimarisiyle yükseliyor. 2018’de restore edilmiş, şimdi sanat sergilerinin renkleriyle canlanıyor. Çarşıya, Arasta’nın hareketli karmaşasına birkaç adım uzaklıkta, ama kendi sessiz dünyasında. Kapıyı aralayıp içeriye girdiğinizde, kemerli pencerelerden süzülen ışık taşlarında dans ediyor. Bir zamanlar burada yankılanan dualar, şimdi fırça darbelerine karışmış. Dışarı çıkarken, yakınlarda bir fırında yükselen etli ekmek kokusu sizi çağırıyor; Akşehir’in sıcaklığı, sabahınıza tat katıyor.
Şimdi şehrin ortasından akan Tekke Deresi boyunca yürüyorsunuz, çünkü Nasreddin Hoca Türbesi sizi bekliyor. Hıdırlık Mevkii’de, bir mezarlığın içinde, altı sütunlu, açık bir türbe yükseliyor. 13. yüzyılda bu esprili filozof için 1905’te yenilenmiş, sembolik bir mezar. Ama asıl dikkat edilmesi gereken, türbenin kilitli kapısı ve açık duvarlar. Hoca’nın “Hırsız kapıdan mı girer?” diyerek güldürdüğü o bilge mizahı, burada taşlarda yaşıyor. Türbenin serin gölgesinde dururken, bir an, Hoca’nın sesini duyar gibi oluyorsunuz.
Yürüyüşe devam edip Akşehir’in kalbine varıyorsunuz; İşte Ulu Camii , Selçuklu’nun heybetli bir eseri. 13. yüzyılda kalma bu cami, sade ama etkileyici taş işçiliğiyle sizi büyülüyor. Minaresi, gökyüzüne uzanan bir dua gibi. İçeri girince serin taş zeminde bir an duruyorsunuz; yüzyılların ağırlığını, ama bir o kadar da hafifliğini hissediyorsunuz. Caminin avlusunda, Akşehir’in günlük telaşıyla tarih iç içe. Yanında, Hoca’nın türbesine yakın bir yerde, şehrin ruhunu taşıyan başka bir yapı sizi çağırıyor.
Biraz sonra İmaret Camii’nin kubbesi beliriyor. 1510’da Hasan Paşa tarafından yaptırılmış, Akşehir’in tek Osmanlı camisi. Kesme taşlarla örülmüş, tek bir büyük kubbe ve dört köşedeki küçük kubbeleriyle zarif bir siluet çiziyor. Şadırvanı ve gül bahçesi camiye bir saray avlusu havası katıyor. Girişteki ilk sütunun solunda bir bronz halka gözünüze çarpıyor; Evliya Çelebi’nin 1638’de burada ziyaret ettiğini yazdığı, Sultan IV. Murad’ın geçişinin not edildiği duvarlarda asırlık kitabeler sanki bir ziyaretçi defteri gibi. Namaz vaktinde buradaysanız, cemaatin sakin ritmi sizi sarıyor.
Şimdi, tarih kokan bir başka durak için yönünüzü değiştiriyorsunuz: Taş Medrese . 13. yüzyıldan kalma bu Selçuklu eseri, artık bir müze olarak hayat buluyor. Sade ama etkileyici taş kapısıyla dikkat çekiyor. İçeri girdiğinizde, Selçuklu’nun o ince işlemeleri sizi karşılıyor. Müzedeki eserler, Akşehir’in Hitit’ten Osmanlı’ya uzanan yolculuğunu anlatıyor. Bir vitrinde belki bir çömlek, belki bir sikke; Hepsi bu toprakların hikayelerinden bir parça. Medresenin avlusunda, taşların serinliğinde bir soluklanıyorsunuz. 22 Ağustos büyük taaruzun karargâhı Etnoğrafya Müzesi’ni ve Gavur Hamamı’nı atlamamak gerek.
Son durak için güneye, Sultan Dağları’nın eteklerine uzanıyoruz. Anıt Mahallesi’nde, Seyyid Mahmut Hayrani Sokağı’nda, Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi sizi kucaklıyor. 13. yüzyılda Mevlana’nın çağdaşı bu Sufi azizi için yapılmış; 15. yüzyılda yenilenmiş. Selçuklu’nun geometrik desenleri, kare tabanı ve konik çatısıyla türbe, adeta bir şiir gibi. Ferruhşah Mescidi’ne komşu, Tekke Kent Ormanı’nın yeşiliyle, Sedir ağaçlarıyla bütünleşmiş adeta. İçeri adım attığınızda, dünya susuyor. Taşların arasında biriken maneviyat ruhunuza işliyor. Çevredeki restore edilmiş evler, asırlık bir masaldan fırlamış gibi. Yeni dikilmiş sedir ağaçları, bu kutsal mekana taze bir nefes katıyor. Burada Hayrani’nin öğretilerini düşünürken, Akşehir’in derinliğini hissediyorsunuz.
Akşehir, bu duraklarla tarihin, mizahın ve maneviyatın kucakladığı bir birikimi ortaya çıkarıyor. Bir günde hepsini görebilirsiniz: Sabah Eski Kilise’de sanatla, Ulu Camii’de sükûnetle başlayın; öğlen Nasreddin Hoca Türbesi’nde gülümseyip, İmaret Camii’de Evliya Çelebi’yi yanınızda hissediyorsunuz. Taş Medrese’de tarihi soluyor, akşam üstü Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’nde huzur buluyorsunuz.
Arasta’da etli ekmek yiyip, Tekke’nin dingin atmosferinde Nimet Baba’ya, Yağlı Dede’ye seyr-u sefer eyleyin. Çünkü Akşehir, “Ya tutarsa?” dedirtiyor.
Yazının kaynağı: Akşehir’de Bir Gün – geo-map-story