DOLAR 41,7254 0,23%
EURO 48,4891 0,43%
ALTIN 5.422,291,52
BITCOIN 5102358-0.060699999999999997%
İstanbul
16°

PARÇALI AZ BULUTLU

SABAHA KALAN SÜRE

Mürşide

Mürşide

03 Ekim 2025 Cuma

Tatar Çölü

Tatar Çölü
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Press enter or click to view image in full size

Drago, işte beklediğin an geldi, gerçek yaşamının başlayacağı gün. Ya şimdiye kadar ki tüm bu zamanlar, hayat değil miydi? Değildi elbette, bir bekleyişti. Bir tahammüldü. “O iğrenç günler artık tamamen bitti, bir daha asla geri gelmeyecek aylar ve yıllara dönüştüler.” Ama verdiğin yıllara değecek Drago, para kazanacak, o güzel kadınların bakışlarının muhatabı olan subaylardan biri de sen olacaksın. Yine de içinde anlam veremediğin bir hüzün. Tüm yollar gibi, senin çıkacağın bu yolun da dönüşü var. Ama senin geri dönüşün yok. Sen değişmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceğini henüz öğrenmedin. Değişmeyecek olanı hissediyorsun, daha hayatın başında, taşıdığın hüznün sebebi bu.

Yıllarca bir şeylerin hayalini kurdun. Elde edince mutlu olursun sandın. Olmadı ama değil mi? Senin hayallerin her zaman aslından daha güzeldi. Özlemini çektiğin kadınlarda, özlediğin evlerde daha başkaydı. Hayallerindeki kadar güzel, mümkün olan ne var? Var mı? Sen de değiştin kabul et. Yol değiştirir. Artık özlemlerin bile başka, aradığın hatırladığın değil.

Hani şu yüzbaşı vardı ya, tam da sen kendini yapayalnız hissettiğinde karşına çıkmıştı. Kendin gibi bir adam sanmıştın. Hep öyle yapmaz mıyız, herkesi kendimiz gibi sanarız. En iyi kendimizi bildiğimizden olsa gerek. Seslenmeye cesaret edemeyip, asker selamı vermiştin. Görmedi zannettin de, sabırsızlığına yenik düşüp seslendin. Aynı yolu paylaşman dostluk kurmana sebep zannettin. Aynı yolda, aynı hizada yürüdüğün, aynı manzaraya baktığın herkesten dost olmaz Drago. Sonra “Bizi dost sandıklarımız vurdular.” diye türkü çığırırsın. Kendi kendinle yetinmen gereken zamanlar var. Kurduğun her bağlantının zincirin olabileceğini o zaman bilmiyordun tabii. Yerinden hareket edemediğini fark ettiğinde nasıl da tamamen zincirlenmiş olduğuna şaşacaksın. Hedefine giderken uğrak yeri olduğunu düşündüğün bir kalenin hayatının tamamına dönüştüğünü ve ihtimal denen bir ışık bile bırakmadığını sana, biz seni okurken anlayacağız. Fethederiz diye çıktığımız kalelerdeki mahkûmiyetlerimizi de, zincirlerimizi de yine o zaman göreceğiz.

Kaleyi uzaktan görünce ne heybetli buldun. Halbuki sıradan, en küçük kalelerden biriydi. Yalnızca uzaktan etkileyici. Tüm o kadınlar, evler, arabalar, hayatlar gibi. Hiçbir zaman hiçbir işe yaramamış bir kale, ölü bir sınır ucunda. Böyle bir kalede insanın canı sıkılır, sen de biliyordun. İnsan her şeye alışır evet, fakat bazı alışkanlıkların ölüm olduğu Bastiani Kalesi’nde son nefesini verirken, aslında çok önce ölmüş olduğunu, ne yazık ki pek de vaktin kalmamışken…

Bu kale bir çöle bakıyordu. Hiç gelmeyecek, asla oluşmamış bir tehlikenin savunucuları için yapılmış bir garnizon. Büyük işler yaptığını sanarken, tüm hayatını bir hiçe heba edenlerin yeri. Hiçbir zaman bir yararı olmamış bir kale. Yüzbaşı bunu bile bile bunca yıl nasıl bekledi bu sınırı? Bir kez oluşmuş bir tehlike elbette tekrar vuku bulabilirdi. Böyle bir bekleyiş, mutlaka cefa çekeceğin bir hayatta, cezanın kolayına razı olmaktı. Öylece kaleye bakarken, içine aniden bir yalnızlık dolmuştu. Geri dönmek, kalenin eşiğinden bile atlamadan, ovaya inip kentine ve tatlı alışkanlıklarına kavuşmak istemiştin. Bir asker olarak bu utanca razıydın da, yüzbaşının kaleye bakarkenki hayranlık dolu gözleri engel oldu sana değil mi? Koca bir 18 yıldan sonra bile yüzünde taşıdığı sevince hem şaşırdın hem merak ettin. Aradığın şey her neyse burada olduğuna emin oldun. Peki yüzbaşının gülüşündeki hüznü de gördün mü? Ah Drago, o içini basan yalnızlık var ya, onu görmezden gelmeseydin keşke. Bir işin başında tek başına hissettiysen kendini, onca insana rağmen, sonunda bir başına kalacaksın demektir.

“Burada her şey bir feragati andırıyor, ama ne uğruna, hangi gizemli şey uğruna bir feragatti bu?” cevabının peşine düşmediğin bir soru daha. Çiçekler, gülen kadınlar, neşeli evlerin varlığının unutulması gereken bir yere girerken attığın tereddütlü adımlardan nasıl oldu da sadık bir muhafız – bir fedai demeliyim, evet – yarattın? Sen ancak bir fedai olabilirsin. Çünkü bir subay hayatını taşır, teslim etmez.

Gizli bir güç, geri dönmene engel olan, hatta senin ruhundan fışkıran bir güç. Bazen yaşayacağımız şeye nasıl da çekiliyoruz Drago. Böyle bir durumda kaderin sadece kendi seçimlerin olduğu nasıl söylenebilir? Ya içimizdeki gizli arzular, onların karanlığındaki bir seçim gerçek bir seçim midir? Her birimizin içinde ayrı ayrı başaklanan karanlıklardan biz sorumlu değiliz ama o karanlıkların köklerini kurutmaya adamadığımız bir hayatın her anındaki hapsoluşları yaratan da, kader diye yaşayan da kendimiziz.

Ah Drago, neden bu kadar benziyoruz sana? Neden ne getireceğini bilmediğimiz bir gelecek anı ve onunla gelen o yüce duygunun hayaliyle tüm şimdilerimizi bir sınır karakolunda ziyan ediyoruz? Bu bilinmezliğin dibine kurulmuş kalelere sığınmış, hangi çöllere ne pahalar biçiyoruz? Sonumuz senin gibi olmasın Drago, tek dileğim bu.

Devamını Oku

Hakikat

Hakikat
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Press enter or click to view image in full size

Gittikçe: daha bulanık, daha silik. Sisin içinde bir nokta, belki de bir sanrı. Hakikat, orada. Orada mı? Elimiz uzanıyor, dokunamıyoruz. Görmek zor, bilmek daha zor, ya ayırt etmek ?

Yükümüz: değişmiyor. Keder, kin, korku, kaygı, umutsuzluk, kırılganlık, kıskançlık. Her biri, içe çeken bir bataklık. Çektikçe, gerçeklik elimizden kayıyor. Akıntıya kapılmış bir dal parçası gibiyiz.

Üniversitenin ilk senesinde Baudrillard’ın Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan tüm kitaplarını alıp okumuştum. Modern ve özellikle postmodern dünyada artık imgeler, göstergeler ve temsiller, yalnızca gerçekliği yansıtmıyor; onun yerine geçiyor, hatta “gerçeklikten daha gerçek” bir simülakr yaratıyor, diyordu. Bu durum, o zamanlar benim için bir düşünceden fazlası değildi. Bir süredirse bu hipergerçekliği açık bir şekilde gözlemliyor ve deneyimliyorum.

Birkaç temel noktası şöyle:

1. Simülakrın Üç Evresi

Baudrillard, tarihsel olarak temsillerin üç aşamasından söz eder:

• İlk aşama: Temsil gerçeğin sadık bir yansımasıdır (örneğin, gerçek bir dağın resmedilmesi).

• İkinci aşama: Temsil, gerçeği çarpıtarak yeniden üretir (örneğin, propagandadaki idealize edilmiş portre).

• Üçüncü aşama: Temsil, artık bir gerçekliğe dayalı değildir; tamamen kendi kendine referans verir (örneğin, yalnızca diğer reklamlarla ilişkili bir reklam).

2. Hipergerçeklik Durumu

Hipergerçeklikte, gerçek ile kurmaca arasındaki sınır silinir. Disneyland, Baudrillard için bir örnektir: “Gerçek”i temsil ediyor gibi görünür ama aslında tamamen kendi kendine referanslı bir dünya sunar. Günümüzde sosyal medya profilleri, yapay zekâ ile üretilmiş influencer’lar, deepfake videolar da bu alanın parçası.

Ekranlar ve sözde imgelem fabrikaları bize bir rüya üflüyor. Hipergerçekliğin hızlanmış, dozu artırılmış hâli. Gerçek paketleniyor; cilalanıyor, tüketilebilir imgelere indirgeniyor. Haber kanalları, “haberin kendisini” değil, haber imajı servis ediyor. Sosyal medyada an, kendi doğallığıyla değil; paylaşılabilir, kurgulanmış mizanseniyle yaşıyor. Yaşanıyor belki de. Yapay zekâ ile yazılan metinler ve üretilen görseller, “gerçek”le yarışıyor hatta onu geçiyor.

On beş sene önce okuduğumda hipergerçekliği Platon’un Mağara Alegorisi’ne benzetmiştim. Mağaradaki mahkûmlar gölgeleri gerçek sanıyordu; tıpkı bizim de ekrandaki imaj (gölgeleri) “dünya” olarak kabullenmemiz gibi. Aradaki fark: Baudrillard’a göre modern dünyada “mağaranın dışı” artık yoktu. Yani gölgelerden çıkıp ulaşabileceğimiz saf bir gerçeklik kalmamıştı. İşte bu kısmı kafamda tam oturtamamıştım. Onun 1981’de fark ettiği bu durumu, kitabını okuduktan ancak 10 yıl sonra ayırt etmeye başlamışım.

Peki böyle bir dünyada, elimize tutuşturulmuş haritaları ne yapacağız? Yırtıp atacağız. İçimizin duvarlarına çarpıp da, duymazdan geldiğimiz ne kadar soru varsa, hepsini soracağız. Bir çocuk gibi. İnanç kalıplarının altına gömülmemiş, fosilleşmiş düşüncelerin etkisine girmemiş soruların mükemmelliğini ancak bir çocuğun sorularında görebiliyoruz.

Aklın o çocuk temizliğine tekrar sahip olmak mümkün değil sanırım. Fakat elimizde asırlardır damıta damıta getirdiğimiz evrensel, insani değerlerimiz var: Adalet, dürüstlük, merhamet, eşitlik, özgürlük.

Şimdi dönüp bakalım kendimize: Hangi değerler hâlâ elimizde, hangileri erozyona uğramış? Doğmakla insan olunuyor evet, ama sahip olduğun insani değerleri kaybetmemekle insan kalınıyor.

Merhamet, mesela. Ahlakın omurgasına yerleşmedikçe, kalp taşlaşıyor. Taşlaşan kalpte, hakikat de çatlıyor, eziliyor, un ufak oluyor. Merhamet, karşıdakini acınacak bir varlık gibi görmek değil: onun onurunu kendi onurunla aynı hizada tutmak. Onun varlığını eksiltmeden durmak, kendinden bir parça eksilterek başkasını tamamlamak. İnsanlık, tarih boyu en kolay onu kaybetmiş. Birbirimizi ona emanet edememiş, adalete sımsıkı sarılmışız.

Adalet, teraziyle çalışır; kefelerinde yalnızca haklar değil, tarihin, zamanın, ahlakın ağırlığı da vardır. Gözü kapalı Themis’in, gerçekte her şeyi gördüğünü biliriz. Ona güvenir, toplumumuzu onunla ayakta tutarız. Uzun bir süredir elimizde ne adalet var ne merhamet. Hakikat? Değerler aşındıkça hakikatin zemini de inceliyor.

Otoritenin, geleneğin, korkunun elleri boynumuzda. Vahim olan: nefesimizi kesen bu ellerin sıcaklığını güven sanmamız. Kendimizle birlikte hakikati de boğuyoruz. Boğduruyoruz.

Tarihte defalarca aynı sahne: Iktidarlar, kalabalıklardan aldıkları güçle, kendi doğrularını yüceltirken hakikati kurban etti. Her taraftan yalan akıyor. Hakikate sahip çıkanlar, iktidarın kılıcıyla cezalandırılıyor. Hakikati görebilme kabiliyeti sistemli biçimde esir alınıyor.

Atalarımızdan biliyoruz tabii: Güneş balçıkla sıvanmaz. Ama bizler, hakikat ortaya çıktığında onu görebilme yetisinde olacak mıyız hâlâ?

Gerçek diplomaların sahte sahipleri ile çevrelenmiş, soyup soğana çevrildiğimiz, hapislere tıkıldığımız, emeklerimizin ve özgürlüklerimizin üzerine çöküldüğü bir düzen içinde, hiçbir ahlaki değeri olmayan insan görünümlü bir toplulukla karşı karşıya, hakikat için mücadele edenler artsın, azalmasın. Göz karanlığa bir kez alıştı mı, karanlığı bile ışık sanmaya başlar. Hakikat kapısının hiç kapanmaması dileğiyle.

Devamını Oku

Bir Merhamet Biçimi Olarak Yazmak

Bir Merhamet Biçimi Olarak Yazmak
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Press enter or click to view image in full size

Kütüphane: Fotoğrafta II. Dünya Savaşında 10 saat süren bir bombardıman neticesinde harabeye dönen Holland Park Kütüphanesi (Londra) ve kitap okuyan insanlar gözükmektedir. Fotoğrafın orijinali Hulton Deutsch Collection’da bulunmaktadır.

Dünya bir kez daha yıkılıyor. Seller sokakları yıkıyor, depremler şehirleri yutuyor, kıtalar savaşın palet sesleriyle inliyor, insanlar açlıktan ölüyor. Bir şehir yerle bir olurken, başka bir şehirde yine de birileri lunaparkta eğleniyor. Bir çocuk bombalar altında ölürken, bir başkası doğum günü pastasını üflüyor. Ekranlarda yemek tarifleri veriliyor, fotoğraflara bilmem kaçıncı kez gülümseniyor. Yine birileri, Proust’u ikinci kez okumak için eline alıyor. Zamanın altında ezilmemek için, zamanın izine düşüyor tekrar.

Biz okuyanlar, karanlık anlarda, gerçekliğin ağırlığı sırtımıza çökerken, birer ibre gibi yüzümüzü daha çok kitaplara dönüyoruz. İçimiz, dışarıyı almıyor. Anlamak, anlamlandırmak istiyoruz. Okuyoruz. Çünkü bugünün felaketleri, ancak geçmiş gözü açık olanlara bir şeyler anlatıyor. Hiçbir dehşet ilk değil, her trajedi çoktan yaşanmış.

İnkalar, Pizarro ve askerlerini ilk kez gördüklerinde, onları “insan” sanmamışlar. Öyle bir kıyımı, o şekilde bir gelişi daha önce gördükleri hiçbir şeye benzetememişler. Bu yüzden başta direnmemişler bile. Kim bilir kaçımız, dünyada yaşananlara, daha da fenası yaşadıklarına aynı bilmezlikle bakıyor.

Chateaubriand “Yalnızca biçem aracılığı ile yaşarız.” diyor. Hayatta kalmanın yolunu tanıklığı biçeme dönüştürerek mi buluyoruz? Belki de şekilsiz olanla ancak böyle baş ediyoruz, kitaplara sığınıyoruz.

Fransız Devrimi’nin kaosu içinde, Paris’e henüz gelmiş bir Breton şairi, Versailles turuna çıkmak istiyor. “İnsanlar vardır,” diyor Chateaubriand, “imparatorluklar çökerken çeşmeleri ve bahçeleri ziyaret eder.” Günün sonunda insan, dehşet zamanlarında bir şekilde güzelliğin ve geçmişin izini sürmek istiyor sanırım. Bir kaçış olarak değil, bir direniş belli ki. Yıkımın ortasında bir hayatta kalma biçimi.

Alberto Manguel, 11 Eylül saldırısında, “Dünya Ticaret Merkezi’ne yakın bir kitapçı dükkanının içinde kapana sıkışmış birinden” söz ediyor. Havaya yayılmış tozların yere inmesini beklemekten başka yapacak bir şey olmadığı için, siren sesleri ve çığlıklar arasında kitapları karıştırarak beklemiş durmuş. Bu gerçekten bir bekleyiş miydi diye düşündüm, bu satırları okurken. Belki de yaşadığı zamandan sığınacak başka zamanlar aradı o sayfaların arasında. Çünkü kelimeler sadece zamanların bilgisini taşımaz, bir merhamet biçimidir.

Peki neden yazıyoruz? Hayatta kalmak yetmiyor. Biçim bulmak, yıkıma biçim vermek istiyoruz. Bu da insanın kadim bir direnişi galiba. Yazdıklarımızın bir başka yıkımın ortasında, birilerine merhamet vermesini diliyoruz.

Devamını Oku