29 Eylül 2025 Pazartesi
Şehirleşme Süreçleri ve Çevresel Etkileri
Pankreas Kanserinde Erken Teşhis: Fekal Mikrobiyal Analizin Geleceği
Son Dakika: Küresel Piyasalar Sarsılıyor
İsrail ordusu, yardım kuyruğundaki Filistinlilerin öldürülmesiyle ilgili soruşturma başlattı
Ortadoğu'da Barış Umutları
Resmi istatistikler yangın, tesis izinleri ve orman suçlarındaki artışları ortaya koyuyor. Talanı artıracak torba yasalara değil mevcut olanı korumaya ihtiyacımız var.
İklim krizine karşı en kırılgan coğrafi konumlardan birinde yer alan Türkiye’de özellikle yaz aylarında orman yangınları felaketiyle karşı karşıya kalıyoruz. Yangınlar çok büyük oranda insan kaynaklı çıkıyor. Bir yandan verilen izinlerle ormansızlaşma artıyor, yerleşimler yavaş yavaş ormanları kemiriyor, artan orman-insan etkileşimiyle yangınlara çok daha açık hale geliyor. Buna iklim krizinin de artan etkisi eklenince orman yangınlarının sonucu her sene daha vahim bir hal alıyor, doğaya geri dönüşü olmayan zararlar veriyor. Tarım ve Orman Bakanlığı Orman Genel Müdürlüğü tarafından her yıl yayınlanan Ormancılık İstatistikleri, ormanlara verilen izinlere, yangınlara, suçlara dair çok şey anlatıyor.
2000’lerin ilk on yılında ortalama iki bin 91 olan yıllık yangın sayısı, 2024 yılında dört bine yaklaştı. Yanan alanlar da aynı hızla arttı. Yangın sebeplerinin başında ise insan geliyor. Ormanlar yangınlardan korunduğunda da çeşitli izinlerle tesislere açılarak zarar görmeye devam ediyor. Orman suçları ise bu artıştan azade değil. Çözüm, zaten tehlikede olan ormanları talana açacak yeni yasalardan geçmiyor.
Son yıllardaki yangınların sayısına ve yanan alanlara baktığımızda her iki veri setinde de ciddi artış görüyoruz. 2000-2009 arası yılda ortalama 2.091 yangın görülürken bu sayı 2010-2019 arasında 2.477’ye, 2020-2024 arasında ise 2.946’ya çıkıyor. İstatistiklerdeki en eski yıl olan 1988’den beri en yüksek sayıda orman yangını ise 2024’te tam 3.797 yangın ile yaşandı.
Yanan alanlara baktığımızda ise son beş yılda muazzam bir artış görüyoruz. Felaket boyutunda yangınların yaşandığı 2021 yılını hariç tuttuğumuzda bile manzara değişmiyor. 2000-2019 arası yılda ortalama 9.188 hektar yanarken 2020 sonrasında 2021 hariç dört yılda ortalama 19.194 hektar yanmış.
Yangın sebeplerine baktığımızda istatistiklerde dört ana başlık bulunuyor: Kasıt, ihmal-kaza, doğal (yıldırım ve şimşek), sebebi bilinmeyen. Oranlar açık ara yangın sebeplerinde insan öne çıkıyor. Kasıt ve ihmal-kaza sebepleri her sene neredeyse yanan alanların yüzde 60’ından fazlasına neden oluyor.
İhmal ve kazaların alt kırılımına baktığımızda ise istatistiklerde, ihmal sınıfında anız, çöplük, avcılık, çoban ateşi, sigara, piknik; kaza sınıfında enerji, trafik ve her iki başlık içinde “diğer” alt başlığında veriler sıralanıyor. Buna göre “diğer” sınıfı bir kenara bırakılırsa yanan alanların nedenlerine bakıldığında son beş yılda enerji hatları başı çekerken onu anız yangınları takip ediyor.
Bu arada sebeplere baktığımızda her yangında özellikle sosyal medyada ilk dile getirilen bir iddiayı incelemekte fayda var. Bakanlığın resmi verilerine göre kayıtlara “terör ve kundaklama sebebiyle yanan alan” olarak geçen alanlar son beş yılda yanan alanların binde 4’ünden daha az durumda. Bunun da çok yüksek kısmını “terör” değil “kundaklama” oluşturuyor.
Ormanlara zarar veren sadece yangınlar değil. Çeşitli alanlarda tesisler yapılmasına dair verilen izinler yangınlar kadar çok alandaki ormanı tahrip ediyor.
Ormanlara verilen izinlere baktığımızda maden, enerji, ulaşım üç temel başlık olarak öne çıkarken savunma, haberleşme, su, altyapı, mezarlık, balık üretme tesisi gibi pek çok alt başlıkta “diğer” başlığı altında derleniyor.
Verilerin en eskiye gittiği 2012 yılından bu yana toplam 69.843 izin verildi. Bu izinler 440.535 hektara yani 630 bin futbol sahasına denk geliyor.
Ayrıca izinlerin seyrine baktığımızda ekonomik krizin etkisini de hissedebiliyoruz. 2020 sonrası tedricen azalan izinler 2024’te yeniden artış trendine girmiş gözüküyor.
Aynı dönemde işlenen orman suçlarına baktığımızda suçların hızla tırmandığını görüyoruz. Orman ağaçlarını kaçak kesme, ormanda usulsüz alan açma ve usulsüz işgal suçlarının genel seyri son yıllarda kaygı uyandırıcı şekilde artıyor.
Ormanlara dair resmi istatistiklerdeki artışlar yangınlar, verilen tesis izinleri ve orman suçlarıyla karşımıza çıkarken bu artışların nedenleri ve engelleme yollarına dair bir yol izlenmiyor.
Bugünlerde TBMM’de görüşülmekte olan torba yasa zeytinliklere, meralara, ormanlara yani ülkenin doğal değerlerine doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Yukarıdaki resmi verilerden de görüldüğü gibi mevcut yasalar dahi yeterli korumayı sağlayamazken inşaatın, yeni izinlerin yolunu açacak bu torba yasa karşısında doğamız çok daha çaresiz kalacak. Bu yüzden hem zeytinliklerin hem ormanların hem meraların kısacası karış karış bütün değerlerimiz adında diyoruz ki: Ormanımızı, meramızı, zeytinliklerimizi, toprağımızı vermiyoruz. Yasa teklifi geri çekilsin! Zeytinime Dokunma!
Afşin-Elbistan A Termik Santrali’ne ek iki ünite projesinin ÇED iptal davasının bilirkişi keşfi için sahadaydık.
Çoğulhan Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde, Türkiye’nin dördüncü büyük ovası olan Afşin-Elbistan ovasının verimli topraklarının ortasında bir kasaba. Çoğulhan’ın önü arkası termik santral. Bir yanında Afşin-Elbistan B Termik Santrali, bir yanında da Afşin-Elbistan A Termik Santrali var. Çoğulhanlılar termik santrallerin bölgeye getireceği faydaları dinlemiş ve umut etmiş yıllarca. Fakat gerçekte kırk yılı aşkın süredir hastalık ve kirlilik yağmış, yağıyor bacalardan. Çoğulhan bir hayalet kasabaya dönüşmüş. Bütün bu sorunlara rağmen, 2018’de Çelikler Holding’e özelleştirilen santrale şimdi yeni bir termik santral büyüklüğünde iki yeni ek ünite yapılmak isteniyor.
Yöre sakinleri, belediyeler ve Greenpeace’in de aralarında olduğu sivil toplum örgütleri bölgeye yalnızca daha fazla sorun getirecek ek ünitelere karşı çıkıyor. Buna karşın Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı proje için hazırlanan çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporuna onay verdi. Elbistan, Nurhak ve Ekinözü belediyeleri, TEMA, Türk Tabipler Birliği’nin yanı sıra Greenpeace olarak biz de yöre halkıyla birlikte ÇED raporunu onayının iptal edilmesi için dava açtık. Davanın bilirkişi keşfi tarihi olan 25 Haziran’da da sahadaydık.
Keşif öncesinde belediye başkanları, sivil toplum kuruluşları ve yöre sakinleri Çoğulhan girişinde, santralin yanında bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamada var olan termik santrallerin halihazırda bölgeyi yaşanamaz hale getirdiğine, yeni projenin iptal edilmesi gerektiğine ve mücadelenin sonuna kadar devam edeceğine vurgu yapıldı.
Keşif, mahkeme ve bilirkişi heyetinin santral arazisi içinde tarafların beyanlarını dinlemesiyle başladı. Davacılar, bilirkişi heyetine ÇED raporundaki eksikleri, yanlışlıkları ve bilirkişi raporunda araştırılmasını istedikleri noktaları anlattılar. Bu hatalar ve eksikler, bölgedeki çevre ve insan sağlığını derinden etkileyecek böyle bir projenin raporunun ne kadar özensiz şekilde hazırlandığını gözler önüne seriyor.
ÇED raporu baştan sona eksik ve hatalarla dolu. Keşif sırasında özellikle şu noktaların altı çizildi:
Beyanların alınmasından sonra proje ve etki alanı incelemesi gerçekleşti. Çoğulhan halkı bilirkişi ve mahkeme heyetine var olan santralin hayatlarına olan yıkıcı etkisini ve yeni projeyi istemediklerini anlattı.
Bütün bu süre boyunca termik santralin gerekli çevre izinleri olmadığı için çalışmaması gereken üçüncü ünitesi çalışıyordu. Geçtiğimiz Aralık ayında verilen çevre iznine göre santralin yalnızca dördüncü ünitesinin çalışması gerekiyor. Bir gün önce bölgeye yaptığımız ziyarette ise hem üçüncü hem de dördüncü üniteler çalışıyordu.
Bölgede yeni bir termik santral kurulması demek zaten kırılgan olan bölgenin kirlilik yükünün taşınamayacak boyutlara gelmesi demek. Yeni üniteler, tüm baca gazı filtre ve arıtma tesisleri mevzuata uygun biçimde yapılsa dahi, 2.268 erken ölüme yol açacak. Bu ünitelerin yarattığı hava kirliliğinden kaynaklı toplam sağlık maliyeti ise 100 milyar TL’den fazla olacak (2,6 milyar ABD doları). Daha önce Afşin- Elbistan C ve D termik santralleri projelerini ortak mücadelemizle iptal ettirmeyi başardık. Yine başarabiliriz.
Haklı davamızda bilirkişi raporunu ve dava duruşmasını beklerken kömürlü termik santrallere karşı mücadelemize devam edeceğiz.
Afşin ve Elbistan’da yeni bir termik santrale yer yok!
Yıllardır var olan termik santrallerin etkilerine maruz kalan ve 6 Şubat depremiyle sarsılan Afşin ve Elbistan’ın, yeni termik santrallere değil; halkın refahını, sağlığını ve çevreyi koruyan adil ve yeşil bir yeniden inşa planına ihtiyacı var.Sen de harekete geç, kampanyaya katıl.
40 yıl önce bugün, Greenpeace’in amiral gemisi Rainbow Warrior, Fransız gizli servis ajanları tarafından Auckland Limanı’nda bombalanarak batırıldı, fotoğrafçı Fernando Pereira öldürüldü. Bu olayın yıldönümü, Greenpeace’in değerli gezegenimizi yağmalayan milyarderlerin ve kurumsal kirleticilerin yeni saldırı dalgasına direndiği bir döneme denk geliyor.
Bombalama Pasifik’teki nükleer karşıtı protestoları susturmaya yönelik bir girişimdi. Geri tepti, küresel bir tepkiyi ateşledi ve bir hareketi başlattı. “You Can’t Sink a Rainbow” (Gökkuşağını batıramazsın) direniş için bir toplanma çağrısı haline geldi. Bu, daha iyi bir dünya için umudu harekete geçiren bir cesaret çağrısıydı.
Greenpeace Uluslararası Genel Direktörü Mads Christensen şöyle konuştu:
İster kırk yıl önce ister bugün olsun, Greenpeace direnecek, ısrar edecek ve kazanacak. Müttefiklerimizle birlikte ve bizden önce gelenlerin cesaretinden ilham alan, umutla ve birlikte çalışan insanlar, gezegeni kâr ve güç için yağmalayanlara karşı galip gelecek.
“Bu yıldönümü Fernando Pereira’yı hatırlamak için bir fırsat. Bu, bir araya geldiğimizde dünyayı daha iyi bir yer haline getirebileceğimizi ve getirdiğimizi hatırlama anıdır.”
“1985’te Fransız hükümeti sadece bir gemiyi batırmaya çalışmıyordu; bir hareketi batırmaya, aktivizme saldırmaya ve umudun sesini susturmaya çalışıyordu. Başarısız oldular. Yelkenlerimize rüzgar üflediler.”
“Greenpeace ve hareket geri adım atmayı reddetti ve 1996’da mücadeleyi kazanana kadar nükleer denemelere karşı kampanya yürütmeye devam etti.”
“2025’te sivil toplum, muhalefeti susturmaya çalışan milyarderlerin ve fosil yakıt şirketlerinin artan saldırıları altında, ancak daha fazla birlik ve cesaretle bir araya geldiğimizde umudun yükseldiğini bir kez daha göstereceğiz.”
1985 yılında Rainbow Warrior, Rongelap halkının Mejatto’ya taşınmasına yardım etmişti. 300 Marshall Adalısı, 1954 yılında ABD’nin Bikini Atolü’nde gerçekleştirdiği meşhur Castle Bravo nükleer silah denemesinden kaynaklanan serpintinin bir sonucu olarak radyasyon kaynaklı hastalıklar, doğum kusurları ve yüksek kanser oranları da dahil olmak üzere ciddi sağlık sorunları yaşıyordu.
Mürettebat daha sonra Güney Pasifik’teki Mururoa Atolü’nde Fransız nükleer denemelerine karşı düzenlenen protestolara katılmak üzere Auckland’a yelken açtı. Rainbow Warrior, atmosferik nükleer testleri engellemek ve uluslararası dikkati bu testlere çekmek amacıyla test bölgesine giden bir tekne filosuna öncülük edecekti.
Bombalamanın ardından protestolar ve nükleer silah denemelerine karşı uluslararası baskı artmaya devam etti. Greenpeace 1990, 1992 ve 1995 yıllarında Rainbow Warrior II gemisiyle Mururoa’ya üç protesto seferi daha düzenledi.
1995’te Rainbow Warrior test bölgesine yelken açtı, giriş yasağına karşı geldi ve testleri bozmaya çalışarak küresel medyanın ilgisini ve desteğini çekti. Fransız güçlerinin gemiye el koyması ve mürettebatı tutuklaması uluslararası alanda geniş çaplı kınamalara yol açtı. Altı testin devam etmesine rağmen, yoğun tepkiler Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın nükleer testlere kalıcı bir son vereceğini açıklamasına ve 1996 yılında Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşmasını imzalamasına katkıda bulundu.
İklim Kanunu Meclis’te kabul edildi. Peki bu kanun iklim kanunu olma özelliğini taşıyor mu, Türkiye’nin ihtiyacı ne, bundan sonra ne olacak? İşte 10 soruda iklim kanunu.
Türkiye’de İklim Kanunu, Greenpeace’in de aralarında olduğu sivil toplum örgütlerinin itirazlarına karşın Meclis’te kabul edildi. İklim kanunu nedir, Türkiye’nin böyle bir kanuna ihtiyacı var mı, nasıl bir iklim kanunu olmalı?
İklim kanunları, ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele politikalarını yasal bir zemine oturtan düzenlemeler bütünüdür. Temel amacı, iklim değişikliğinin nedeni olan sera gazı emisyonlarını azaltmak, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyumu sağlamak ve iklim değişikliği ile mücadelede ulusal hedeflere ulaşmak için bir yol haritası sunar. Bu amaca ulaşmak için uzun vadeli hedefler belirler, kurumsal yapılanmaları tanımlar ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılacak çeşitli araçları belirler.
Evet, dünyada İngiltere (2008), Yunanistan (2022), Almanya, Güney Afrika, Zambia, Avrupa Birliği gibi örnekleri verilebilecek pek çok ülkede iklim kanunları bulunuyor. Örneğin, Avrupa Birliği’nin Avrupa İklim Yasası 2050 yılına kadar net sıfır emisyon hedefi koyarak emisyon azaltım hedefini yasal olarak bağlayıcı hale getiriyor. Dünyanın İklim Değişikliği Kanunları veri tabanına göre dünyada şu anda iklim değişikliğine ilişkin çeşitli kapsamlarda 72 kanun bulunuyor.
İklim krizinin etkilerinin her geçen gün ciddiyetini artırdığı bir dünyada iklim kanunları bir gereklilik haline geldi. Paris Anlaşması gibi uluslararası iklim anlaşmaları ve düzenlemeleri kapsamında ülkelerin verdikleri taahhütleri yasal olarak bağlayıcı hale getirerek garanti altına alması gerekiyor. İklim değişikliği ile mücadele edebilmek için uzun vadeli, kapsamlı ve tutarlı politikalar gerekiyor. Yukarıda belirtildiği gibi iklim kanunları bu politikaların çerçevesini çiziyor. Hedefler yasal olarak bağlayıcı hale getirildiği için hükümetleri hesap verebilir kılar ve topluma da bu taahhütleri takip etme imkanı tanır. İklim değişikliği ile mücadelenin politikası yanında çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından uygulama araçları da tanımlandığı için iklim değişikliği ile mücadele daha geniş kesimler tarafından takip edilebileceği toplumsal farkındalık artar. İklim değişikliği ile mücadelenin sera gazı azaltımları yanındaki ayağı uyumdur. İklim kanunu ile iklim değişikliğinin neden olduğu sel, kuraklık, aşırı sıcaklar gibi afetlere karşı uyum ve direnç planlarını yasal zemine oturtulur. Aynı zamanda iklim hedeflerine uyumlu yatırımlar konusunda özel sektör açısından da öngörülebilirlik ve güven sağlanmış olur.
Dünyada iklim kanununa ihtiyaç duyulmasının nedenleri Türkiye için de geçerlidir. Türkiye, Akdeniz havzasındaki konumu nedeniyle de iklim krizinden en çok etkilenecek ülkelerden biri. İklim değişikliğinin sonuçları olan orman yangını, kuraklık ve sel gibi aşırı hava olayları Türkiye’de de sıklığını ve şiddetini artırıyor. Bütün bu etkiler biyoçeşitliliği ve doğal varlıkları da tehdit ediyor. Türkiye 2021 yılında Paris Anlaşması’nı onayladı ve 2053 net sıfır emisyon hedefi ile 2038 yılında sera gazı emisyonlarını artıştan %41 azaltma taahhüdünde bulundu. Bu enerji kaynaklarından sanayide üretime ülke ekonomisinin büyük bir değişim geçirmesini gerektiriyor. İklim değişikliğinin etkileriyle mücadele edebilmek, iklim değişikliğine karşı kırılgan grupları ve doğal varlıklarımızı koruyabilmek, taahhütleri yerine getirmek ve dönüşümü doğru şekilde gerçekleştirebilmek için iklim kanunu gerekli.
İklim kanunu bir ihtiyaç ancak Meclis’te onaylanan iklim kanunu bu ihtiyacı karşılamıyor. Bir iklim kanunu için en kritik olan mutlak azaltım hedefi, fosil yakıtlardan çıkış planı, adil geçiş mekanizması gibi konular kanunda yer almıyor.
Öncelikle kanunun yapım şekli katılımcılık ve şeffaflıktan uzak şekilde gerçekleşti. Teklifin hazırlanması sürecinde sivil toplum kuruluşları ve toplumun görüş verebileceği katılımcı ve şeffaf bir süreç işletilmedi. Kanunun kendisine baktığımızda pek çok eksik görüyoruz.
İklim krizi ile mücadelenin ilk önemli adımı sera gazı salımlarının azaltımı için bağlayıcı hedefler konulması. Ancak kanunda 2053 net sıfır hedefi ve buna ulaşmayı sağlayacak ara dönem hedeflerine yer verilmiyor. Bu hedefe ulaşmak için kömür başta olmak üzere fosil yakıtlardan çıkış için bir takvim belirlenmesi gerekiyor. Kanunda böyle bir taahhüt ya da çıkış planı yok. Fosil yakıtlardan çıkış sürecinde etkilenecek işçiler ve iklim değişikliğine karşı kırılgan gruplar için bir mekanizma oluşturulması gerekirken adil geçişe yönelik herhangi bir mekanizma kanunda yer almıyor. Meclis görüşmeleri sırasında kanuna eklenen emisyon ticaret sistemi (ETS) gelirlerinin %10’unun adil geçişe ayrılması konusu mekanizmanın ve adil geçiş faaliyetlerinin tanımlanmaması nedeniyle havada kalıyor. Biyoçeşitliliğin korunması ve korunan alanların artırılması özellikle iklim değişikliğine uyum konusunda büyük öneme sahip. Bu nedenle iklim kanununun bu bağlamda da somut hedefler içermesi gerekir, ancak biyoçeşitliliğe ilişkin herhangi bir hedef kanunda yer almıyor. Hedeflerin, politikaların ve politika araçlarının belirlenmesinde, izleme ve değerlendirme süreçlerinde kritik öneme sahip bağımsız bir bilimsel danışma kurulu kanunda bulunmuyor. Diğer yandan kanunun öne çıkan düzenlemesi olan ve emisyonların azaltılması hedefini taşıyan emisyon ticaret sistemi de azaltım hedefine değil sistemin ticari işleyişine odaklanıyor.
Mecliste onaylanan haliyle iklim kanunu yetersiz ve belirsiz hedef ve uygulamalar nedeniyle iklim krizi ile mücadele etmekten uzak olduğu açık. O nedenle iklim politikalarında ve etkilerinde büyük ve hızlı bir değişim olmayacak. Ancak kanun İl İklim Değişikliği Koordinasyon Kuralları, yerel iklim değişikliği eylem planları, Emisyon Ticaret Sistemi ve Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi planlama ve uygulama araçları tanımlıyor. Fakat hem kanunda bu araçlarla ilgili net düzenlemeler ve mekanizmalar yok hem de mutlak azaltım hedefi ve fosil yakıtlardan çıkış planı gibi temel eksiklerin altında bu araçların nasıl çalışacağını ilgili yönetmelik ve düzenlemeler olmadan tam olarak anlamamız mümkün görünmüyor. Bu nedenle kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte bütün bunlar için sıkı bir takip yapılması gerekiyor.
ETS, hükümetlerin enerji santralleri, ağır sanayi gibi büyük emisyon kaynaklarını içeren belirli sektörlerdeki toplam sera gazı emisyonlarına bir üst sınır koyması ve izin verilen emisyonların tahsisatlar yoluyla bu şirketlere dağıtılmasına dayanan bir piyasa mekanizması. Buna göre koyulan üst sınırın kademeli olarak azaltılması yoluyla toplam emisyonların düşürülmesi hedefleniyor. Eğer bir şirket emisyonlarını belirlenen tahsisat miktarının altında tutabilirse, artan tahsisatlarını emisyonlarını aşan diğer şirketlere satabilir. Tersine, eğer bir şirket tahsisatlarından daha fazla emisyon salıyorsa, piyasadan ek tahsisat satın almak zorunda. Bu alım satım süreci de bir “karbon piyasası” oluşturuyor. Şirketler, yıl sonunda saldıkları sera gazı emisyonlarını doğrulatmak ve bu emisyonlara karşılık gelen tahsisatları yetkili kuruma teslim etmek zorunda. Yeterli tahsisatı olmayan şirketlere ise cezalar uygulanıyor.
İklim kanununda yer alan ETS sisteminin amacına uygun çalışması eksikleri nedeniyle mümkün görünmüyor. Kanunda zaten bir mutlak emisyon azaltımı ve fosil yakıtlardan çıkışa dair bir hedefin yer almaması ETS’nin temel çalışma mantığına uygun değil. Kanunda kim oldukları belli olmayan şirketlere ücretsiz tahsilat verilmesine ve karbon denkleştirmeye izin vererek emisyon azaltımı hedefini gerçekleştiremiyor. Kanunun kendisi gibi ETS süreci de şeffaflık ve katımılcılıktan uzak. Ayrıca bu sistemden elde edilecek gelirlerin ne şekilde kullanılacağı belirsiz. Avrupa Birliği örneğinden hareketle ETS’lerin güçlü ve zorlayıcı kamu politikaları olmaksızın etkili olmadığını biliyoruz. Bu nedenlerle, ETS sisteminin, kanundaki mevcut düzenlemesi ile gerçek emisyon azaltımı iddiasını gerçekleştirmesi mümkün görünmüyor.
Diğer yandan ETS ortaya çıktığı ilk günden itibaren şirketlere kirletme hakkı sunması, atmosferi metalaştırması, piyasa temelli bir sistem olması, gerçek emisyon azaltımına hizmet etmemesi ve iklim adaletini sağlamaktan uzak olması gibi yönleriyle eleştiriliyor.
İklim Kanunu, bu konularda herhangi bir spesifik düzenleme içermiyor. Kanun, iklim değişikliğiyle mücadele kapsamında tarımın sürdürülebilirliğinin sağlanması için ekosistem temelli uyum yaklaşımı, doğa temelli çözümler ve su bütçesini dikkate alan planlama araçları gibi uygulamalar öngörüyor. Kanunda yer alan karbon fiyatlandırma yöntemi olan ETS, bireylere değil şirketlere yönelik bir emisyon bedeli ödeme sistemi. Ayrıca su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi, su verimliliği ve su tasarrufu gibi konulara atıf yaparak uyum ve direnç kapasitesi kapsamında düzenlemeler öngören maddeler içeriyor. Fakat kanunda bu düzenlemeler ve uygulamalar belirtilmiyor.
İklim kanunun eksikleri olduğu tartışmasız. Ancak Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede bir iklim kanununa olan ihtiyacı açık. Bizim iklim kanunundan beklentilerimiz şu 12 maddeyi kapsamasıydı:
Kanun, bu talepleri karşılamaktan uzak. Ancak bundan sonra kanunda çizilen çerçeve için başta ETS olmak üzere kanuna bağlı yönetmelik ve düzenlemeler yapılacak. Bu nedenle bu süreçleri yakından takip etmeye devam edeceğiz.
Sadece dört şirket, tohum, pestisit, tarım makineleri ve hayvan ilaçları sektörlerinde küresel pazarın %40’ından fazlasını kontrol ediyor.
Türkiye’de gıda fiyatları neredeyse her gün yeni bir rekor kırarken, sofralarımız sadece ekonomik değil, ekolojik ve yapısal bir krizle de kuşatılmış durumda. GRAIN’in hazırladığı Gıda Sisteminde Kurumsal Yoğunlaşma raporu, altı temel tarım sektöründe (ticari tohum, pestisit, sentetik gübre, tarım makineleri, hayvan ilaçları ve hayvancılık genetiği) büyük şirketlerin nasıl tekelleştiğini verilerle ortaya koyuyor.
Meyve sebzelerde kalıntılarla karşımıza çıkan pestisit pazarında kontrol dört şirketin elinde. Çözüm, gıdayı şirketlerin değil, halkın, çiftçinin ve doğanın lehine bir sistemle güvence altına almaktan geçiyor.
Pestisit: Gıdaların yüzde 61’inde, yüzde 62’si dört şirketin elinde
Greenpeace Türkiye olarak geçtiğimiz aylarda yayımladığımız Pestisitler ve Çocuklar raporunda, marketlerdeki 155 meyve ve sebzenin %61’inde birden fazla pestisit kalıntısı tespit ettik. Bu bulgular, çocukların bağışıklık ve sinir sistemi gelişimini tehdit eden tehlikeli kimyasalların, gündelik gıda tüketimimizin ayrılmaz bir parçası hâline geldiğini ortaya koydu. Ancak bu tabloyu yaratan asıl sorun, sadece tarımda kullanılan kimyasallar değil; bu kimyasalları üreten, çiftçileri bağımlı kılan ve tüm gıda sistemini denetleyen çok uluslu tarım şirketlerinin büyüyen hâkimiyeti.
Bu küresel yapısal sorunu gözler önüne seren yeni bir uluslararası rapor yayımlandı: GRAIN’in hazırladığı Gıda Sisteminde Kurumsal Yoğunlaşma raporu, tohum, pestisit, tarım makineleri ve hayvan ilaçları sektörlerinde sadece dört şirketin küresel pazarın %40’ından fazlasını kontrol ettiğini gösteriyor. Tohum sektöründe bu oran 1985’te %10’un altındayken, bugün %60’lara dayanmış durumda. Pestisit pazarının %62’si Bayer, Syngenta, BASF ve Corteva’nın elinde. Gübrede ise ülkeden ülkeye değişen daha da yoğun bir tekelleşme söz konusu.
Raporda dikkat çeken bir başka boyut da teknolojik tekelleşme. Büyük tarım şirketleri, yapay zekâdan gen düzenlemeye, tarım yazılımlarından veri platformlarına kadar pek çok yeni alana yatırım yapıyor. Bu yatırımlar sadece teknolojik ilerleme anlamına gelmiyor; aynı zamanda daha fazla bağımlılık, daha az yerel üretim ve daha kırılgan bir gıda sistemi anlamına geliyor. Gıdanın üretiminden dağıtımına kadar tüm süreç, birkaç dev şirketin elinde şekilleniyor.
Şirketlerin değil doğanın lehine bir sistem
Greenpeace Türkiye olarak bu gidişata “dur” diyoruz. Pestisitler ve Çocuklar raporumuzda gösterdiğimiz gibi, bu sistem hem insan sağlığına hem doğaya zarar veriyor. Şimdi ise bu zararın arkasındaki yapısal gerçeklerle yüzleşme zamanı. Gıdayı şirketlerin değil, halkın, çiftçinin ve doğanın lehine bir sistemle güvence altına almalıyız.
Gıda egemenliği hakkımızdır. Sağlıklı, adil ve pestisitsiz bir gelecek için mücadelemize destek olun. Paylaşın, konuşun, değişim talep edin.