13 Haziran 2025 Cuma
İş Modeli Araç Kutusu - Reload geldi!
Ortadoğu'da İklim Değişikliğinin Etkileri
Empresyonizm ve Işığın Dansı
Ortadoğu'da Barış Umutları
Nankör Toplum Üzerine
Marc Maron, komedyen barındıran röportaj podcast'ini popülerleştirme konusunda pişmanlık duyuyor
Çöldeki raylar… Bir zamanlar umut, inanç ve dayanışmanın sembolü olan Hicaz Demiryolu, bugün sessizce tarih sayfalarında yankılanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son nefeslerinde, Şam’dan kutsal topraklara, Mekke’ye uzanması hayaliyle inşa edilen bu demiryolu, yalnızca bir ulaşım hattı değildi. Bu, bir medeniyetin modernleşme çırpınışlarının, İslam dünyasının birleşme arzusunun ve II. Abdülhamit’in vizyonunun destansı bir öyküsüydü. Ancak, bu rüya, savaşların, çöl fırtınalarının ve zamanın acımasız pençelerinde yarım kaldı. Medine’ye kadar uzanabilen raylar, Mekke’ye ulaşamadan sustu. Peki, bu demiryolu neden bu kadar önemliydi? Neden hâlâ kalplerde bir sızı, tarih kitaplarında bir efsane?
Düşünün: Aylarca süren, tehlikelerle dolu kervan yolculukları. Göçebe kabilelerin gölgesinde, çöldeki susuzluk ve yorgunlukla mücadele eden hacılar. Hicaz Demiryolu, bu zorlu yolculuğu bir mucizeye dönüştürdü. Şam’dan Medine’ye birkaç günde ulaşmak, hacıların güvenliğini sağlamak ve kutsal topraklara olan manevi yolculuğu kolaylaştırmak… Bu demiryolu, sadece raylar ve trenler değil, bir umut zinciriydi. Müslümanlar, çöldeki bu çelik yol sayesinde kutsal görevlerini daha güvenli ve hızlı bir şekilde yerine getirebiliyordu. Ancak bu raylar, sadece dini bir anlam taşımıyordu; aynı zamanda bir imparatorluğun gücünü ve birliğini simgeliyordu.
Hicaz Demiryolu, Osmanlı’nın Hicaz bölgesindeki otoritesini perçinleyen bir kalkan gibiydi. İsyanların ve dış güçlerin tehdidi altındaki bu kutsal topraklarda, demiryolu sayesinde askerler ve malzemeler hızla bölgeye ulaşabiliyordu. İngilizlerin Arabistan Yarımadası’ndaki sömürgeci emellerine karşı bir direnç noktasıydı bu hat. Osmanlı, çöldeki bu demiryoluyla sadece lojistik bir zafer kazanmadı; aynı zamanda bir medeniyetin gücünü ve kararlılığını tüm dünyaya gösterdi.
Hicaz Demiryolu, ekonomik bir can simidiydi. Çevre iller arasındaki ticaret canlandı, uzun ve pahalı kervan yolculuklarının yerini hızlı ve ekonomik bir ulaşım aldı. Ama bu demiryolunun öyküsü sadece ekonomiyle sınırlı değildi. Osmanlı’nın modernleşme çabalarının bir sembolüydü. Zorlu çöl şartlarında, kısıtlı kaynaklarla ve dünya Müslümanlarının bağışlarıyla inşa edilen bu hat, teknik bir başyapıttı. Daha da önemlisi, bu demiryolu İslam dünyasının dayanışmasının bir kanıtıydı. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar, bu projeye destek vererek bir birlik ruhu oluşturdu. Hicaz Demiryolu, sadece bir demiryolu değil, bir inancın ve ortak bir hayalin eseriydi.
Ne yazık ki, bu muhteşem rüya zamanla soldu. Bugün Hicaz Demiryolu’nun büyük bölümü, çöldeki rayların üzerinde sessizce yatıyor. Savaşlar, tahribat ve zaman, bu büyük eseri gölgede bıraktı. Türkiye’de Haydarpaşa ve Ulukışla gibi istasyonlar hâlâ ayakta, bazıları müze olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Ürdün’de, Amman’daki istasyon nostaljik tren gezileriyle geçmişi yâd ediyor. Suudi Arabistan’da ise rayların çoğu sökülmüş, eski istasyon binaları yalnız birer tarihi eser olarak kalmış. Suriye’de iç savaş, demiryolunun izlerini neredeyse tamamen sildi. Yine de, bu raylar hâlâ bir umudu temsil ediyor. Ürdün, Suudi Arabistan ve Türkiye arasında, bu hattı turistik ve tarihi bir miras olarak canlandırma hayalleri konuşuluyor. Ancak çöl, bu hayalleri şimdilik sessizce bekliyor.
Hicaz Demiryolu, sadece bir demiryolu değildi. Bu, bir imparatorluğun son büyük çırpınışı, İslam dünyasının birleşme hayali ve modernleşme tutkusunun bir yansımasıydı. II. Abdülhamit’in albümlerindeki soluk fotoğraflar, bu rayların bir zamanlar nasıl bir umut taşıdığını fısıldıyor. Bugün, bu raylar belki de sadece tarih kitaplarında ve birkaç turistik gezide yaşıyor. Ama Hicaz Demiryolu’nun öyküsü, bir zamanlar çöldeki raylarda yankılanan umutların, inancın ve dayanışmanın hikâyesidir. Bu demiryolu, sadece bir miras değil, aynı zamanda insan ruhunun ne kadar büyük hayaller kurabileceğinin bir kanıtıdır.
Yazının Kaynağı: Hicaz Demiryolu: Bir Osmanlı Rüyasının Dramatik Hikayesi – geo-map-story
Akşehir’e vardığınızda, bir masal kitabının sayfaları açılıyor adeta. Sultan Dağları’nın eteğinde, gölün kenarında (maalesef neredeyse kurumuş bir göl) uzanan bu şehir, her köşesinde başka bir hikâye fısıldıyor.
Akşehir’e vardığınızda sanki eski bir defter açılıyor. Nasreddin Hoca’nın bilgeliği, Selçuklu’nun taş işçiliği ve Osmanlı’nın zarif dokunuşları bu küçük şehirde birleşiyor. Sultan Dağları’nın eteklerinde, gölün hikayesi boyunca uzanan Akşehir, her köşesinde başka bir hikâye fışkırıyor. Gelin, bu hikayeleri bir keşfedelim; Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’nin huzurundan Eski Kilise’nin sessiz taşlarına, Nasreddin Hoca’nın kilitli kapısından İmaret Camii’nin kubbelerine, Taş Medrese’nin zamanına ve Ulu Camii’nin heybetine uzanalım.
Sabahın erken saatlerinde, Eskikale Mahallesi’nin dar sokaklarında kendinizi buluyorsunuz. Orta Hamam Sokağı’nda, Eski Kilise sizi karşılıyor. 19. yüzyılda Akşehir’in Ermeni akınları tarafından örülmüş bu yapı, taş ve tuğlanın sade ama büyüleyici mimarisiyle yükseliyor. 2018’de restore edilmiş, şimdi sanat sergilerinin renkleriyle canlanıyor. Çarşıya, Arasta’nın hareketli karmaşasına birkaç adım uzaklıkta, ama kendi sessiz dünyasında. Kapıyı aralayıp içeriye girdiğinizde, kemerli pencerelerden süzülen ışık taşlarında dans ediyor. Bir zamanlar burada yankılanan dualar, şimdi fırça darbelerine karışmış. Dışarı çıkarken, yakınlarda bir fırında yükselen etli ekmek kokusu sizi çağırıyor; Akşehir’in sıcaklığı, sabahınıza tat katıyor.
Şimdi şehrin ortasından akan Tekke Deresi boyunca yürüyorsunuz, çünkü Nasreddin Hoca Türbesi sizi bekliyor. Hıdırlık Mevkii’de, bir mezarlığın içinde, altı sütunlu, açık bir türbe yükseliyor. 13. yüzyılda bu esprili filozof için 1905’te yenilenmiş, sembolik bir mezar. Ama asıl dikkat edilmesi gereken, türbenin kilitli kapısı ve açık duvarlar. Hoca’nın “Hırsız kapıdan mı girer?” diyerek güldürdüğü o bilge mizahı, burada taşlarda yaşıyor. Türbenin serin gölgesinde dururken, bir an, Hoca’nın sesini duyar gibi oluyorsunuz.
Yürüyüşe devam edip Akşehir’in kalbine varıyorsunuz; İşte Ulu Camii , Selçuklu’nun heybetli bir eseri. 13. yüzyılda kalma bu cami, sade ama etkileyici taş işçiliğiyle sizi büyülüyor. Minaresi, gökyüzüne uzanan bir dua gibi. İçeri girince serin taş zeminde bir an duruyorsunuz; yüzyılların ağırlığını, ama bir o kadar da hafifliğini hissediyorsunuz. Caminin avlusunda, Akşehir’in günlük telaşıyla tarih iç içe. Yanında, Hoca’nın türbesine yakın bir yerde, şehrin ruhunu taşıyan başka bir yapı sizi çağırıyor.
Biraz sonra İmaret Camii’nin kubbesi beliriyor. 1510’da Hasan Paşa tarafından yaptırılmış, Akşehir’in tek Osmanlı camisi. Kesme taşlarla örülmüş, tek bir büyük kubbe ve dört köşedeki küçük kubbeleriyle zarif bir siluet çiziyor. Şadırvanı ve gül bahçesi camiye bir saray avlusu havası katıyor. Girişteki ilk sütunun solunda bir bronz halka gözünüze çarpıyor; Evliya Çelebi’nin 1638’de burada ziyaret ettiğini yazdığı, Sultan IV. Murad’ın geçişinin not edildiği duvarlarda asırlık kitabeler sanki bir ziyaretçi defteri gibi. Namaz vaktinde buradaysanız, cemaatin sakin ritmi sizi sarıyor.
Şimdi, tarih kokan bir başka durak için yönünüzü değiştiriyorsunuz: Taş Medrese . 13. yüzyıldan kalma bu Selçuklu eseri, artık bir müze olarak hayat buluyor. Sade ama etkileyici taş kapısıyla dikkat çekiyor. İçeri girdiğinizde, Selçuklu’nun o ince işlemeleri sizi karşılıyor. Müzedeki eserler, Akşehir’in Hitit’ten Osmanlı’ya uzanan yolculuğunu anlatıyor. Bir vitrinde belki bir çömlek, belki bir sikke; Hepsi bu toprakların hikayelerinden bir parça. Medresenin avlusunda, taşların serinliğinde bir soluklanıyorsunuz. 22 Ağustos büyük taaruzun karargâhı Etnoğrafya Müzesi’ni ve Gavur Hamamı’nı atlamamak gerek.
Son durak için güneye, Sultan Dağları’nın eteklerine uzanıyoruz. Anıt Mahallesi’nde, Seyyid Mahmut Hayrani Sokağı’nda, Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi sizi kucaklıyor. 13. yüzyılda Mevlana’nın çağdaşı bu Sufi azizi için yapılmış; 15. yüzyılda yenilenmiş. Selçuklu’nun geometrik desenleri, kare tabanı ve konik çatısıyla türbe, adeta bir şiir gibi. Ferruhşah Mescidi’ne komşu, Tekke Kent Ormanı’nın yeşiliyle, Sedir ağaçlarıyla bütünleşmiş adeta. İçeri adım attığınızda, dünya susuyor. Taşların arasında biriken maneviyat ruhunuza işliyor. Çevredeki restore edilmiş evler, asırlık bir masaldan fırlamış gibi. Yeni dikilmiş sedir ağaçları, bu kutsal mekana taze bir nefes katıyor. Burada Hayrani’nin öğretilerini düşünürken, Akşehir’in derinliğini hissediyorsunuz.
Akşehir, bu duraklarla tarihin, mizahın ve maneviyatın kucakladığı bir birikimi ortaya çıkarıyor. Bir günde hepsini görebilirsiniz: Sabah Eski Kilise’de sanatla, Ulu Camii’de sükûnetle başlayın; öğlen Nasreddin Hoca Türbesi’nde gülümseyip, İmaret Camii’de Evliya Çelebi’yi yanınızda hissediyorsunuz. Taş Medrese’de tarihi soluyor, akşam üstü Seyyid Mahmud Hayrani Türbesi’nde huzur buluyorsunuz.
Arasta’da etli ekmek yiyip, Tekke’nin dingin atmosferinde Nimet Baba’ya, Yağlı Dede’ye seyr-u sefer eyleyin. Çünkü Akşehir, “Ya tutarsa?” dedirtiyor.
Yazının kaynağı: Akşehir’de Bir Gün – geo-map-story
Mezopotamya’nın bereketli topraklarında, Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Sesverenpınar köyü yakınlarında, karstik kayalıkların arasında saklı bir tarih yatıyor: Hilar Antik Kenti ve Nekropolü. Bu kadim yerleşim, sadece taşlara kazınmış bir geçmiş değil, aynı zamanda Asur, Hitit, Pers ve Bizans gibi büyük medeniyetlerin kesişim noktasında bir kavşak. Hilar, Nekropolü, kalesi, kaya mezarları ve kervansarayıyla, Kuzey Mezopotamya’nın stratejik bir merkezi olarak binlerce yıl boyunca nabzı atmış bir metropolis.
Hilar’ın en büyüleyici yönlerinden biri, doğu ve batı yamaçlarında yer alan kaya mezarları. Roma mezarlarıyla benzerlik gösteren bu üçlü mezar grupları, dış cephelerinde taşıdıkları kabartmalarla dikkat çekiyor. Kabartmalardaki figürler, İran üslubunda giysilerle (pantolon, kısa ceketler, özgün ayakkabılar) tasvir edilmiş; yazıtlar ise Suriye Sami üslubunu yansıtıyor. Arkeolog Schneider, burayı 100’den fazla mezarın bir arada bulunduğu bir nekropol olarak tanımlıyor. Bir mezarın üzerindeki kadeh tutan, bir yana yaslanmış figür, Bizans sanatını çağrıştırsa da, giysilerdeki Pers etkisi, Hilar’ın Roma-Pers kültürünün eşsiz bir sentezi olduğunu kanıtlıyor. Yazıtlar, Şanlıurfa’daki Edessa (Şehitlik) mezarlarıyla da benzerlik gösteriyor, bu da Hilar’ın bölgesel bir kültür ağının parçası olduğunu ortaya koyuyor.
Hilar’ın doğu kesiminde, doğal oyukların insan eliyle genişletilmesiyle oluşturulan kaya kervansarayı, 30×20 metrelik bir alanda kayalara oyularak inşa edilmiş. Dokuz kaya sütunun desteklediği bu mekân, iki odadan oluşuyor: kuzeyde bir bekçi odası, güneyde ise mescit olarak kullanılan iki mezar odası. Kervansaray, Hilar’ın antik çağlarda bir ticaret ve yolculuk merkezi olduğunu gösteriyor. Tüccarlar, hacılar ve gezginler, bu sığınakta dinlenmiş, belki de Mezopotamya’nın tozlu yollarında geçen maceralarını paylaşmış.
Ellsworth Huntington, 1930’lu yıllarda Hilar’ı ziyaret ettiğinde, buranın Asur, Hitit ve Khaldi imparatorluklarının kesişim noktasında bir yerleşim gibi durduğunu yazmıştı. Hilar, sadece kuzeydeki platolara ya da güneydeki yerleşimlere açılan yolları kontrol etmekle kalmamış, aynı zamanda Asurlara, Hititlere ve Khaldi’lere uzanan üç ana ticaret yolunun kavşağında yer almıştır. Fırat Nehri’nden Çüngüş ve Çermik’e, Diyarbakır’dan Ergani’ye uzanan bu yollar, Hilar’ı antik çağın bölgesel bir metropolü yapmış. Ergani Ovası’nda, Hilar’a 10 kilometre mesafede bulunan Kikan, Otluca, Hoşan, Sallıca ve Şeyhsuvar Tepesi gibi diğer yerleşimler, bu bölgenin klasik dönemde ne kadar hareketli olduğunu kanıtlıyor.
Hilar, sadece bir antik kent değil, aynı zamanda Mezopotamya’nın kültürel ve ticari kalbi. Schneider’e göre, buluntuların çeşitliliği ve dağılımı, Hilar’ın hem İlk Çağ’da hem de Ortaçağ’da canlı bir yaşam merkezi olduğunu gösteriyor. Fırat Havzası’nı İran İmparatorluğu’nun doğusuna bağlayan doğu-batı yolu, Ergani platosunu tartışılmaz bir merkez haline getirmiş. Hilar’ın Nekropolü, gizemli karstik peyzajı ve kervansarayı, yanı başındaki Çayönü tepesi ile ilişkilendirildiğinde binlerce yıllık bir yerleşme kültürünün devamı olduğunu ortaya koyuyor.
Yazının kaynağı: Hilar Antik Kenti: Mezopotamya’nın Toroslar sınırındaki Gizli Hazinesi – geo-map-story
İzmir’in tarih kokan sokaklarında, Kadifekale ile Smyrna Agorası arasındaki yamaçta, geçmişin yankıları yükseliyor: Smyrna Antik Tiyatrosu. Bir zamanlar 20 bin kişiyi ağırlayan bu görkemli yapı, M.Ö. 3. yüzyıldan kalma bir miras. 1500 yıl önce toprakla örtülen bu tiyatro, bugün Konak ilçesi Kubilay Mahallesi’nde, Kadifekale’nin eteğinde yeniden gün ışığına kavuşuyor. Kadifekale yamacındaki evlerin gölgesinde saklanan bu antik sahne, hem tarih hem de gelecek için bir umut ışığı. Haritanızı açın, bu eşsiz zaman yolculuğuna çıkalım!
Smyrna Tiyatrosu’nun hikâyesi, antik kaynaklarla başlıyor. Romalı mimar Vitruvius, De Architectura adlı eserinde (V.IX.1) tiyatroyu övgüyle anıyor. Sahne binasına bitişik Stratonikeion adında bir portiko olduğunu belirtiyor; bu portiko, yağmurlu havalarda izleyicilere sığınak, oyunculara ise ekipman saklama alanı sunmuş. Vitruvius, bu tasarımı diğer kentlere örnek gösteriyor. İ.S. 2. yüzyılda yaşamış Aristides ise Smyrna’yı betimlerken tiyatrodan bahsediyor, ancak detay vermiyor. Tiyatronun varlığına dair daha somut bilgiler, 17. yüzyıldan itibaren İzmir’e gelen seyyahların notlarında ortaya çıkıyor.
Jean Baptiste Tavernier, tiyatroyu “yarım daire biçiminde” ve deniz tarafı açık bir yapı olarak tanımlıyor; ancak bunun bir amfitiyatro olduğunu düşünüyor. Aynı dönemde Moncony, tiyatronun 314 adımlık bir yarım daire olduğunu ve 24 sıra basamağa sahip olduğunu not ediyor. 19. yüzyılın başında Otto Friedrichs von Richter, bir kemer ve yüksek bir duvarın varlığını gözlemliyor. 1817’de Kont Louis Auguste Forbin, sahne binası (proscenium) kalıntılarının hâlâ görülebildiğini belirtiyor. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında Sir Charles Wilson, orkestra ve sahne üzerine modern yapılar inşa edildiğini, izleyici bölümünden (cavea) geriye sadece doğal bir oyuk kaldığını yazıyor.
Tiyatroyla ilgili en detaylı bilgiler, 1912-1913 yıllarında çalışma yapan Otto Berg ve Otto Walter’a ait. Onların 1932’de İzmir’de Roma Tiyatrosu adıyla Türkçeye çevrilen raporu, bugünkü bilgimizin temelini oluşturuyor. 1917-1918 yıllarında tiyatro alanını kaplayan evlerde yapılan incelemelerle arkeolojik veriler toplanmış. Walter ve Berg’e göre tiyatro, üç katlı bir sahne binasına sahip. Yarım daire şeklindeki orkestra, 30 metre boyunca yükselen iki diazoma ile bölünmüş üç kademeli, 152 metre çapında bir cavea içeriyor. Kireçtaşından yapılan oturma basamakları, 43 cm yüksekliğinde ve 45 cm genişliğinde.
Pagos Tepesi’nin (Kadifekale) kuzey yamacında inşa edilen tiyatro, İzmir Körfezi’ni ve Smyrna’yı görsel bir şölenle izleyecek mükemmel bir konuma sahip. İlk inşa tarihi bilinmese de, Vitruvius’un notlarına dayanarak M.Ö. 1. yüzyılda var olduğu kesin. Roma İmparatorluk Dönemi’nde, muhtemelen bir deprem sonrası İmparator Claudius zamanında onarılmış. Son halini ise İ.S. 178 depreminden sonra yapılan eklentilerle almış. 2021 Kasım’ında yapılan kazılarda, sahne binası içinde sanatçılar için kullanılan bir latrina (umumi tuvalet) bulunmuş; bu, bir antik tiyatroda keşfedilen ilk örneklerden biri.
2016’dan beri devam eden kazı çalışmaları, tiyatroyu adeta nakış gibi işleyerek gün yüzüne çıkarıyor. 20 bin kapasiteli tiyatronun “L” şeklindeki seyirci girişi, 21 basamak ve sahnenin bir kısmı ortaya çıkmış durumda. Roma İmparatoru Hadrianus döneminde büyütülen tiyatro, renkli ve hareketli bir sahne binasına sahipmiş. Son kazılarda, Hadrianus Dönemi’ne ait heykel parçaları (kol, bacak, parmak gibi 165 parça) bulunmuş. İlk kademenin iki yıl içinde tamamen açığa çıkarılması hedefleniyor. At nalı şeklinde tasarlanan bu açık hava tiyatrosu, Akdeniz’in en büyüklerinden biri ve Efes Antik Tiyatrosu ile aynı büyüklükte.
Smyrna, Roma Dönemi’nde bir metropol kentiydi. Akdeniz’in her yerinden gelen ziyaretçiler, burada düzenlenen Asya Eyaleti Oyunları’nı izlerdi; bu etkinlikler, günümüzün olimpiyatlarına benzetilebilir. Tiyatroda drama ve trajedi oyunları sahnelenir, gladyatör dövüşleri düzenlenirdi. Yöneticiler, halka duyurularını bu sahneden yapardı. İzmir’in kent yaşamıyla iç içe olan bu tiyatro, diğer antik tiyatrolardan farklı bir ruha sahip. On yıl öncesine kadar üzerinde yaşamın devam ettiği bu alan, şimdi kültürel bir merkeze dönüşme yolunda.
Kazı ve konservasyon çalışmaları tamamlandığında, Smyrna Tiyatrosu, İzmir’in sosyokültürel hayatına yeni bir soluk getirecek. İtalya’daki Kolezyum gibi kültürel etkinliklere ev sahipliği yapması planlanıyor. Türkiye’de kent içinde bu büyüklükte başka bir tiyatro örneği yok; bu yüzden Smyrna, İzmir’in rotalarında önemli bir durak olacak. Yakın gelecekte burada tiyatro oyunları, konserler ve festivaller düzenlenebilir.
Yazının Kaynağı: Smyrna Antik Tiyatrosu: Kadifekale’nin Yamacında Yeniden Canlanan Bir Sahne – geo-map-story