Adını duyduğum günden beri, onun bir Urfalı olduğunu biliyorum. Şiiri az çok sevdiğim içinde bazı şiirlerini içten ve duygusal bir tonda defalarca okumuştum. Sevdiğim bir çok şairin, bence anlamı bulunan şiirlerini defalarca okuduğum gibi..
Bu şairin sesi nede tokmuş meğer!
Tam bir şaire uygun bir ton! Gür, dokunaklı ve anlamlı… Onu ilk kez, bir kaç ay önce, “Kanal-7’nin” bir haber programında, eğitimci memurların haklarının sendikal bağlamda alınmasıyla ilgili olarak konuşurken izledim ve dinledim. Ne yalan söyleyeyim ki, gururlandım! Onu bir defada yine aynı televizyon kanalının, kültür ağırlıklı bir programında. “Bir şiir şenliğinde” kendi şiirlerinden birini, tabir yerindeyse “haykırırken” gördüm. Sanırım o şiir şenliği Konya’da düzenlenmişti.
Bu şair, yazar ve de “hakkını arayan memur” M. Akif İnan’dı. 1940 yılında Urfa’da dünya’ya gelen M. Akif İnan, kendisiyle yapılan bir görüşmede “Çocukluğunda ve delikanlılığında oldukça duygusal, içe dönük ve romantik biriydim. Biraz da inatçılığım vardı. Bir haylide kavgacıydım.” diyordu.
M. Akif İnan, kendisini şair kılan ve acıların katkılarıyla ilham veren Urfa’yı belki de canımdan bile aziz bilen bir ustadır. Ondan dolayıdır ki görebildiğim kadarıyla bildiği gördüğü, tanıdığı ve dahası dolu dolu yaşadığı Urfa’yı bir eğitimci, şair ve yazar edasıyla tahlil etmeye azami gayret göstermiştir. O tahlillerde şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: “Urfa, çevreden, yurttan, dünyadan soyutlanmış bir kenttir. Urfalı dışarıyı pek bilmez. “Gördüğü Antep yediği pekmez” kabilinden toplumsal bir kapalılık, bir içe kapanıklılık halini yaşıyordu. M. Akif İnan’ın bu çerçeve içerisinde yaptığı tahliller bir bütünlük oluşturur.
Bu tahlillerdeki Urfa İmajı, ta günümüze kadar yer yer devam ede gelmiştir. Urfa, tarihinin en parlak dönemlerini kaybetmeye başladıktan sonra bir “üçüncü dünya şehri” konumunda varlığını sürdürmüştür. Ne zaman ki, “GAP” diye bir “zügürt masalı” dillendirmeye başlandı başlanalı Urfa’da bir başkent oluverdi kendiliğinden!.. Anlı şanlı “GAP’ın Başkenti “bir” şanlı (!) Urfa” oldu. Masal devam ediyor, tahlillerde devam edecektir.
Toplumların çeşitli açılardan geri kalmaları ilerlemeleri esas olarak eğitimle ilgilidir kuşkusuz. Fakat ne yazık ki, cumhuriyet dönemi eğitim alanında Osmanlı’dan devralınan “üçüncü dünya şehirleri gibi” Urfa’da da eğitimi savsaklamıştır. Değil kırsal merkezler, belli başlı ilçe merkezleri (Siverek, Viranşehir, Suruç, Birecik vs.) ve Urfa’da bile lise ve dengi okullar, 70 küsur yıllık cumhuriyet tarihinin hemen hemen son yarısında açılmışlardır.
Bu böyle olunca, insanlar “dünya’dan habersiz, ilim ve irfan’dan yoksun ve sap gibi ortada kalırlar. Halbuki eğitim öğretim, ilim ve irfan insanlar içindir. Tabi bu insan kesimi; zengin olsun, fakir olsun; köylü olsun, şehirli olsun, eğitim cehalete ve karanlığa vurulabilecek bir darbedir.
Eğitimsizlik, özellikle de doğal olarak, kapalı köy toplumlarında kendini ele verir. Burada şairimizin rahmetli olmuş, Sabri adlı bir arkadaşının ona anlattığı bir hatıratı, hayli ilgimi celbetmişti; “Bir gün bir jip gelmiş köylerine. Arabayı ilk kez görüyor köylü merakla, hayretle seyretmişler. Köylünün biri koşup bir kucak dolusu ot getirmiş jipin önüne koyup, yesin diye. Bir başka köylü ise şoföre ricada bulunmuş “Bu hayvanın yavrusunu bana ver.” demiş. Lâtife değil bunlar, ayniyle vâki.” diyor, M. Akif İnan. Belki abartılı olabilir bur ifade; ama genel geçer anlamında az da olsa bir anlayışı dile getirmiş sayılır.
Tarihin derinliğinden süzülüp gelen ve Mezopotamya’nın merkezi olmuş bir Urfa, bu türden istisna durumlara rağmen yerli yerinde duruyor; tarihi kültürel, insani sanatsal ve otantik (olduğu gibi arı ve saf) yapısıyla… Ve şairimizin bu mısraları da:
“Kanımın nehriyle cetvellediğim / Bu toprak söyleyin neden çoraktır.
“En kara putların saldırısında / Yurdumun ki alnı ay gibi aktır.”
AYLIK Harran KÜLTÜR SANAT VE FOLKLOR DERGİSİ • KASIM – ARALIK 1995 SAYI:52