DOLAR 42,5180 0.03%
EURO 49,5811 -0.04%
ALTIN 5.771,630,34
BITCOIN 3880620-1.6796899999999999%
İstanbul
16°

AÇIK

SABAHA KALAN SÜRE

İsmail Güzelsoy: “Sözlü edebiyat örnekleri her zaman bizi uyaran gizil öğretilerin kozasıdır.”
  • GeoNews
  • Kültür-Sanat
  • Kitap
  • İsmail Güzelsoy: “Sözlü edebiyat örnekleri her zaman bizi uyaran gizil öğretilerin kozasıdır.”

İsmail Güzelsoy: “Sözlü edebiyat örnekleri her zaman bizi uyaran gizil öğretilerin kozasıdır.”

ABONE OL
Ağustos 31, 2025 20:29
İsmail Güzelsoy: “Sözlü edebiyat örnekleri her zaman bizi uyaran gizil öğretilerin kozasıdır.”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Last Updated on Ağustos 31, 2025 by EDİTÖR

Okurun Kıpırdayamıyoruz, Gölge, Çıt Yok ve Öksüz Ağaçların Çobanı gibi romanlarıyla tanıdığı usta yazar İsmail Güzelsoy bu kez 12 yıl aradan sonra yeniden ele aldığı bir hikayeyle, Saf Suya Anlat’la okurun karşısına çıkıyor. İsmail Güzelsoy’la yeni romanı ve sayfalar arasında saklanan diğer anlamlar hakkında sohbet ettik.

Hazırlayan: Ece Karaağaç

Saf Suya Anlat 12 yıl sonra yeniden ele aldığınız bir hikâye. Hatta bu sebeple bu roman için “yeni değil, yeniden” diyorsunuz. Bu hikâye peşinizi bırakmadı mı, yoksa ona geri dönmenizin altında başka türlü bir fikir mi yatıyor?

Romanın tematik önermesi bir masal kadar kolay görülmez. Fazla masalsı bir anlatı içinde katmanlar oluşturabilmek ve tema cümlesini filizlendirebilmek zor bir süreç. Masalsı bir hikâye ediş ile romanın esnek çok katmanlı anlatı olanaklarını bir araya getirmeyi amaçlamıştım. İlkinde, o masalsı tınıya kapıldım, ikinci denemede roman formu daha belirgin hale geldi. Hikâyenin peşimi bırakmayışı, onun eksik anlatılışından kaynaklı bir durum değil yani. Hikâyenin ima ettiği boyutun yeterince görülmediği kaygısı…

Yazdığınız önsözde bu hikâyenin tohumları ilk atıldığında masal ve romanı harmanlamanın sizi zorladığından bahsediyorsunuz. Aradan geçen yıllar, edinilen tecrübeler bu durumda ne gibi bir değişim yarattı? Masal diliyle roman dilini harmanlamak sizi yine de zorladı mı?

Roman sanatı söz konusuysa, tecrübe dediğiniz şey, aynı yolu giderken bir üst model araç sürmek gibi… Yol aynı yani. Burada da durum değişmedi anlayacağınız. Tecrübe bazen dezavantaj bile olabilir. Çünkü yaratıcı tecrübe, size neyi yapmamanız gerektiğini söylerken neyi yapabileceğinize dair kılavuzluk eder. Buradaki sorun, sizi deneysel çabalardan alıkoyması. Oysa yaratıcı faaliyetler keşfetmeyi amaçladığı ölçüde zenginleşir. Tecrübeyi son aşama olan, kaleme alma faslında devreye sokmayı tercih ediyorum. Orada önemli ama bir romanı tasarlarken tecrübe bir ayakbağı oluyor. “Tamam, bu hikâye güzel ama bunu nasıl yazabilirim?” sorusuyla, “Tamam, şuradaki manzara güzel ama oraya nasıl gidebilirim?” sorusu aynıdır. Yani siz hikâyenizi yazmadan önce tasarlarsınız ve bu aşamada tecrübe dediğiniz, içinizdeki devleti işe karıştırmamanız gerek. Son evrede, “Hayır, bu böyle yazılamaz,” diyebiliyorum. Bu romanı kaleme alma aşamasının bu kadar sancılı oluş nedeni buydu. “Bu böyle yazılmamalı,” dediğim bölümler zaten yazılmıştı. Bunlardan çıkabilmek, daha özgün bir seyir yaratabilmek zorladı beni. Çünkü bir harita vardı önümde. Yani tecrübenin iş göreceği aşamanın öncesi, tasarım ve hayal etme faslı çok metaneli oldu haliyle.

Saf’ta hem çok eski bir destansı tını hem de bireysel bir iç ses var. Bu dengeyi kurarken okura nasıl bir yol haritası sunmayı hayal ettiniz?

Destanlar, masallar, sözlü edebiyat örnekleri her zaman bizi uyaran gizil öğretilerin kozasıdır. Bizi belli bir şekilde hareket ederek kendi kimliğimizi oluşturacağımıza, olgunlaşabileceğimize ikna etmeyi amaçlarlar. Saf-Suya Anlat romanının izlediği şablon da budur. Ana karakter yola çıkarken, yol boyu yaşayacağı her duruma için bir yönerge, bir davranış kalıbı oluşturulmuş. Bir yerde karakter bu şablonun dışına çıkar ve dönüşüm süreci başlar. Bu anlamda roman bize empoze edilen yaşam etiğini ve estetik önermeleri sorgulamadan olgunlaşma yolculuğumuzu yapamayacağımızı söyler. Tıpkı kadim masallar, destanlar gibi, dönüşümün ana ekseninin etkileşim ve temas olduğuna inanır ve bunu sergiler. Yaşadığımız çağın insan tasarımı çok sorunlu. Önceki dönemlerde olduğu gibi iktidar blokunun direktiflerinden oluşmuyor bu tezgah. İnfluencer’lar, kişisel gelişimciler, sosyal medya oligarklarının yarattığı ve sürekli pompaladığı yeni bir dinle karşı karşıyayız artık. İnsanın kendi suretine taptığı, kendisinden başka hiçbir ilgi alanının olmadığı, dış dünyanın yalnızca kişisel tatmin için bir araç olarak görüldüğü bir din bu. Ve insanlık tarihinde görülebilecek en dogmatik yapıyla karşı karşıyayız. Neden? Çünkü bu sistem amentüsünü insanları iç sesine işlemiş. Biz “kendimizi gibi” düşündüğümüzü, eylediğimizi zannettiğimiz zaman aslında tam da sistemin bize fısıldadığı yoldan giderek benliğimizi rehin veriyoruz neoliberallere. Post-truth birilerinin bize yalan söylemesi değil, bizi kendimize yalan söylettiren sistemdir. Ana karakter tam olarak bu yolu tersinden kaydetmektedir. Bir insan nasıl dönüşebilir? Asıl soru hep bu olacak. Çünkü olgunlaşmanın yegane yolu dönüşümdür.

Hikâye bana Lisa, Teo ve Subala arasında bir anne-baba-çocuk matematiği sezdiriyor. Subala’nın kendi aleminden çıktıktan sonra pek çok şeyi Lisa’dan öğrenmesi, Teo’nun Subala’ya duyduğu kıskançlık bana bunları düşündüren. Ne dersiniz, yanılıyor muyum?

Belki… Bunları tek bir yapıyla karşılamak yerine daha çok Althusser’in “Devletin ideolojik aygıtları” olarak tanımladığı yapılar şeklinde düşünmüştü. Yani okul, askerlik, aile (ki siz bunu sezmişsiniz zaten) gibi insanın biçimlenmesindeki temel aktörleri simgeler. Lisa aynı zamanda dönüşümün dinamiklerini de gösterir bize. Yani aşkın somut bir tanımıdır o. Şefkatli bir dokunuşla Subala’yı özgürleştirir Lisa. Yani bir anlamda yeniden yaratır.

Lisa, aynı zamanda birçok okur için en unutulmaz karakterlerden biri. Onu yaratırken kimlerden, hangi hayatlaran ilham aldınız?

Lisa kadınlık durumunu sorgulatan bir karakter. Kadının dönüştürme kudretini gösterir bir yandan da. Benim çok uzun yıllardır içimden atamadığım bir saplantım var. Kazanç odaklı bir sistemde insanların asla mutlu olamayacağı inancı… Günün birinde insanlık kazanan-kaybeden olarak değil, oynamayı sevenler-oynamak istemeyenler falan gibi başka türlü bir ilişki ağı içinde yeniden tanımlandığı zaman mutluluğun kanalları açılacak ve bunu başaranlar, hesap yapmadan, beklenti içinde olmadan dostluğunu, sevgisini, şefkatini sunabilenler olacak. Lisa onlardan biri. Subala’yı yeniden biçimlendiriyor, eğitip donatıyor. En önemlisi de ona hissetmeyi öğretiyor.

Sıfırın dünya sahnesine çıkışı Sümerler’e kadar uzanıyor. Sümerler onu bir yer tutucu olarak kullanmış, Hint matematikçi Brahmagupta onu bir sayı olarak tanımlamış, Harezmi ise dünyaya tanıtmış. Peki Sıfır’ın sizin için anlamı ne? Sıfır bu romanda nasıl bir yer tutuyor.

Sıfır “hiçlik” değildir. Sıfır insanın kendini, kendinden çıkarak keşfetmesini simgeler. İnsanın olgunlaşma yolculuğu etkileşimle biçimlenir, demiştik ya, işte bu etkileşim aynada yanşayan bir suretle değil, pencereden dış dünyaya bakmakla mümkün. Sıfır, insanın kendine gömülmesini anlatır. Bir yerde sıfır ile ayna arasında bir bağ oluşur romanda. İşte o aşama çok önemli. Ayna sizi göstermez, sizin tersinizi gösterir mealinde bir şey söyler. Bu, içinde bulunduğumuz narsisistik kimlik inşasına bir itirazdır. Diyorum ya, insanlık tarihinin en büyük katakullisi, insanı, suretine indirgeyip bütün yatırımını ona yapmaya zorlamaktır.

Aynı bağlamda Subala’nın “Sıfır”ı araması da bir başlangıç noktamıza, yani anne rahmine geri dönme metaforu olabilir mi?

Mutlak tatmin evresi, bütünlük duygusu… Buradan bakarsanız romanın mekaniği başka bir boyut kazanır. Biri diğerinden daha doğru (ve daha yanlış) değil elbette. Sıfır anne rahmine dönüş metaforu da olabilir, babayı öldürme de… Hatta tam tersi bile olabilir: Anne rahminden çıkarak dünyayla yüzleşme bilinci… Her birinde denklem yeniden kurulur. Romanın mahremi adına bu konuda çok ileri gitmeyeceğim, yalnızca ipucu olarak, Lacan’ın ayna evresi kavramını da devreye sokabileceğimizi söylemekle yetineyim. Bir de soru: İnsan suretinden fazlası mıdır yoksa daha mı azıdır? Belki de suretimizle ilgili algımız da sorunludur. Anoreksi hastaları bize bunu gösteriyor zaten. Kemikleri sayılabilecek kadar zayıflamış o insanlar aynada bir obez birey görürler. Biz aynada kendimizi gördüğümüzden emin miyiz? Ya o suretle hiçbir ilgimiz yoksa! Sıfır aynaya bakmaya değil, aynaya bakan birine bakmaya davettir.

Son olarak, okurlarınız Saf’tan nasıl bir ‘iz’ kalsın isterdiniz? Romanı kapattıklarında içlerinde hangi yankının sürmesini umdunuz bu romanı yazarken?”

İnsanın kendini gerçekleştirme yolculuğuna dair birkaç ipucu… “Kendi olmak” denilen o zırva öğretinin gülünçlüğüyle yüzleşmek ve aslında insanın asla kendisi olamayacağını anlamak… Bu hem huzur kaçırıcı bir keşif olur hem de müthiş bir özgürlük… Biz öyle ya da böyle olduğumuz için “kendi”miz değiliz. Biz öyle ya da böyle bir etkileşimin sonucunda böyleyiz. O gün bir arka yoldan gitsen, onunla karşılaşmasan hayatın başka türlü olacaktı. Bunun senin “kendi”liğinle bir ilgisi yok. İnsan kimliği milyarlarca değişkenin oyunundan ibarettir. Bu oyunun denge noktası yanındakine şefkat duyma ve kendini yaratma cesaretidir. Ve tabii aynaya bakmaktan kurtulup aynaya bakan birine baktığını bilmektir.

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP